GÜLBEN ÇAPAN
gulbencapan@diken.com.tr
@istanbulartsnob
Kilometreler boyu uzanan zeytin ağaçlarının arasından geçerek Mutluköy’e ulaşıyoruz. Defne Koryürek kapıda birkaç ay önce Ayvalık merkezde sokaktan sahiplendikleri Ludwig ile beraber karşılıyor beni.
Çeşit çeşit sebzenin yetiştiği müthiş bir bahçe, geniş ve çok sade döşenmiş bir yaşam alanı ve bir de misafir sanatçı ağırlamak üzere hazırlanmış bir konuk evinden oluşan bu huzur dolu evde duvarlarda sanat eserleri ve fonda müzik olsa da en çok köyün sessizliği ve İstanbul’un uzaklığı hissediliyor.

Vasıf Kortun’la biraz sohbet ettikten sonra ‘gerçek bir Mutlu deneyimi’ yaşamak için bahçeye çıkıp öğle yemeği öncesi salata için marul, roka ve bilumum yeşillik topluyoruz. Bahçeden koparttıklarımızı Vasıf bey iki sefer hortumla yıkıyor, ekip biçme konusunda beni biraz bilgilendiriyor ve öğle yemeğinde salata olmaya aday yeşillikleri Defne hanıma devrediyor.
Bahçe ile ev arasındaki bu görev dağılımı son üç yıldır her gün, Defne hanım ile Vasıf bey arasındaki uyum ise son 27 yıldır devam ediyor. Kortun, şöyle diyor: “1992 yılında İstanbul Bienali’ni yapıyordum ve aynı zamanda, Yedikule Gazhanesi’nde de Serotonin 2 olacaktı. Yakın tanıdıklarım yapıyordu ve projeye dahil olmamı istemişlerdi. Ben telefonlara filan cevap vermeyince Arhan (Kayar) bir gece eve baskın yaptı ve yanında Defne’yi getirdi. Defne’yle o şekilde tanışmıştık.”
“Vasıf Kortun romantik midir?” diye sorduğumda, “Nereden bileyim?” diyor gülerek ve ekliyor: “Uzun bir ilişkiden yeni ayrıldığım bir zamandı. Defne’nin üstüne hiç düşmemiştim. Üstüne düşersen, düşersin. Hatta Defne’yi fark etmeden bayağı bir koşturmuşum. Aslında onunla ilgilenmememin sebebi benimle ilgilenmeyeceğini düşündüğüm içindi. Ama bayağı koşturttum.”
“Çok zalimsiniz” dediğimde ise şöyle cevaplıyor: “Evet biraz öyleyim ama çok iyi oldu çünkü başladı ve aktı, bugün 27 yıl oldu, buna büyük bir şans olarak bakıyorum. Bu kadar uzun sürmesinin sebebi de biz birbirimizi sürekli zorlayan iki insanız. İkimiz de zor insanlarız, dolayısıyla olaya iyi ki birbirimiz bulmuşuz da dünya kurtulmuş gözüyle bakıyoruz. Defne’nin çok ciddi bir meselesi var, 7/24 bu uğurda çalışıyor hala. Hayatta meselesi olmayan bir insanla imkanlı olmazdı zaten.”
Güncel sanat, sanat kurumları ve pratikleri üzerinde çalışan bir küratör, eğitmen ve yazar Kortun. Mutluköy’deki sakin yaşantısını dinlerken kendi kendime soruyorum: “Acaba bilgi insanı yalnızlaştıran bir şeye dönüşebilir mi?”, “Ya da yalnızlık ile mutluluk arasında direkt bir bağ kurulabilir mi?”, “Ya da gerçek mutluluk için aslında çok da fazla bir şeylere ihtiyacımız yok mu?”
Ben tüm bu soruları kafamda toparlamaya çalışırken Defne hanım öğle yemeği hazırlığında aslında köye taşınmanın arkasında yatan gerçekleri anlatıyor. “Parsellenmiş ve parçalanmış ekolojinin her bir metrekaresi gasp edilerek bir ekonomi yaratıldı. Şehir bunun neticesi. Sınır bunun için var. Tapu bu sebeple önemli. Hukuk bu yüzden mülkün temeli. Evlilik senedi de. 30 bin liralık çizme hayali İstanbul gibi bir turbo kentte mümkün. Onu almaya hatta Milano’ya gitmek de, İstanbul’da yani şehirde bir değere sahip. Şehrin gazetesinde bu hayaline yer verecek muhabir bile bulursun. Gel köye, burada yaşa ama ayağındakini bir daha düşün. Ben şehirliyim aslen. Kendimden biliyorum. Bir defa burada, tek bir gece, bir konsere topuklu ayakkabı giydim ve son oldu. Dolabımdan bana bakıyor şimdi. Ayakkabı saçma örnek durabilir. Değil. Mülkse mülk. Ha ev olmuş, alarm taktığın, ha arazi olmuş çit çevirdiğin, ha hiçbir şeye ilaç olmayacak bir ayakkabı. Kısacası kadın cinayetlerinden Gezi’ye, ucuzlatılan doğadan mültecilere, gaspla büyüyen ve her şeyi yok eden ekonomiye dur demek istiyorsak tek görebildiğim yol şehirden çıkmaktı. Onu yaptık.”
Defne hanımın hazırladığı ‘bahçeden organik’ öğle yemeğinden sonra Vasıf beyle uzun bir sohbete başlıyoruz.

Mutluköy, Mutlu Sokak’ta nasıl bir yaşam var? Burası kimin hayaliydi?
Gezi’den sonra işten ayrılmaya ve şehirden çıkmaya karar vermiştik. Aralık 2014’te olmadık bir şey yaptık ve beş altı günlük bir tatile çıktık. Ayvalık’a geldik. Kömür yaktıkları için hava kirliliği vardı, buna rağmen hayatını şehirde geçirmiş biri olarak hiç de fena değildi. Bu süreçte kararımızı verdik ve İstanbul’daki evimizi satıp 2016 yılında Mutluköy’deki bu evimizi aldık.
Köy meselesine gelince, Ayvalık’ta yaşamanın İstanbul’da yaşamaktan çok da bir farkı yok. Buraya taşınacaksak farklı olmasını ama kasabaya erişiminin de çok zor olmamasını istedik. Altyapısını yenilemiş, sonradan yakın dost olduğumuz bir aileden satın aldık. Mutlu’ya dair çok da bir bilgimiz yoktu. Köy ile de muazzam bir ilişkimiz yok, edepli ve mesafeli bir iletişim var. Köyde okul yok, genç nüfus yok, tam olarak kendi ekonomisini döndürebilen bir yer değil. Büyük bir bahçemiz var, günün büyük bir bölümünü bahçede geçiriyorum, içeride sıkılıyorum, gün nasıl geçiyor anlamıyorum bile. Haftada bir de belki şehre iniyorum.
Şehirde önemli bir kurumu yönetirken, yoğun bir gündem yaşarken köye alışma süreci nasıldı?
İşten ayrıldığımda günde en az 120 e-posta alırdım, bu durdu. Günde belki sekiz ya da dokuz adet e-posta almaya başladım. Her ne kadar bu gerçekliği farklı düşünmek istesen de çoğu ilişkinin iş üzerinden kurgulandığını fark ediyorsun. İnsanların talepleri olmayınca aramıyorlar zaten, ya referans istiyorlar ya da birisiyle tanıştırılmak üzere iletişim kuruyorlar. Yani hep kullanılmak üzerine.
Bu durum insanı hüzünlendirmiyor mu?
Baştan şaşırdım tabii ki. Hakiki arkadaşlar yeter.
Bu mesafeden İstanbul’a baktığınızda nasıl tanımlıyorsunuz İstanbul’u?
Kaba saba, hürmetsiz ve sert. Sebeplerini de anlayabiliyorsun. Herkes var olma ve yaşam derdinde ama bu kabalık ve birilerini ezerek var olmaya göz yumuluyor olması o şehrin dokusuna feci şekilde sirayet etmiş durumda. Hayatın her katmanında herkesin sadece kendini düşünmesi vs. Burada ayağını yola attığında arabalar duruyor. İnsanların yüzü gülüyor, selam veriyorlar. Bunlar tabii iyi geldi.
Hiç Türkiye’yi terk etme fikriniz oluşmuş muydu?
2016 yılı gene Türkiye’nin zor zamanlarıydı, “Gidelim mi bu ülkeden?” diye düşündük. Gitmek isteyeceğim yerler İtalya, İspanya, Yunanistan ve Lübnan’dı. Ama bu coğrafyalarda da iş yok, çalışma kültürü ve ahlakı da bir değişik. Hiçbir yerin o kadar da şahane olmadığını düşünerek burada kaldık.
Bu plan iyi olmuş ama.
Yani. İnsanın çevresinde farklı topluluklar geliştirmesi gerekiyor. Burada küçük bir topluluğumuz olsa tarımı çok daha iyi yapabiliriz, bahçeye birlikte bakarız, birlikte tarhana hazırlarız gibi. İki yıl işkenceden sonra bu sonbahar nar pekmezini konukevinden Seda ve Ayvalık’tan Tunca Subaşı ile yaptık, hayat çok kolaymış dedim.
Burada var mı o şekilde kolektif bir işleyişe gireceğiniz bir komşu?
Başım sıkışınca, “Aman yardım” dediğim Mehmet Boz var. Ama bu süreklilik istiyor, belki de işin yeni taşınanlarla oluşturulması gerekiyor ama köyle dengede olması da lazım. Burada da bir bilgi var ama unutmaya ve göz ardı etmeye mütemayiller, kolaya kaçıyorlar, kolaycılığın faturasının yüklü olduğunu bilmelerine rağmen.
Şu anda neler yapıyorsunuz, sanat anlamında?
Bir vakfın yönetim kurulu başkanıyım, onun getirdiği sorumluluklar var. SALT’ın yönetim kurulu var. Antwerp Modern Sanat Müzesi’nin ve Prizren’deki belgesel sinema festivali Docufest’in yönetim kurulundayım. Prizren’de Lumbardhi Sinema’nın yeniden yapılanmasına gönül koydum. Bütün bunların dışında da yazılar ve konuşmalar var.
Görgün Taner, Beral Madra gibi sanat dünyasından isimler de hep Ayvalık’ta. Sanırım Gülsün Karamustafa’nın da burada evi var. Hiç Ayvalık’ta sanata dair bir proje yapmayı düşünmediniz mi?
Benim kafam öyle çalışamıyor. Ayvalık’ta durum nedir? Burada nasıl bir pratik oluşabilir ve insanlarla nasıl bütünleşir vs. diye bakmak gerek, yoksa burada bir galeri ya da bir kültür merkezi açmak bir şey ifade etmiyor. 75 bin kişilik kasabanın bir müzesi ya da kültür merkezi yok, bu kültür geçmişini karşılayan bir kapasite yok ama tiyatrolar, Ayvalık Müzik Akademisi var. Başka Sinema’nın şahane bir film festivali var.

Ayvalık’ın sanatçı kapasitesine bakarsak hiçbir yer kendi sanatçı kapasitesiyle övünmez ve onlara hizmet vermek zorunda değildir çünkü senin hizmet vermen gereken yer kamudur. Dolayısıyla bilemiyorum, analiz de etmedim, bir talep ve ihtiyacı dillendiren kimse de olmadı. Kültür aksında olan ama sanatla doğrudan ilişkisi olmayan farklı şeyler yapılabilir.
Mesela?
Kasabanın merkezinde konumlanan tarım, gıda, tarih ve çocuklara dair bir kütüphaneye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Kütüphanenin içinde bir de radyo istasyonu, toplantı salonları vb. İnsanları bir araya getiren bir yer haline gelir.
Türkiye’de hızla yayılan misafir sanatçı programları başladı. Neredeyse her kurum bu konuda bir programa yer veriyor. Siz de ilk misafir sanatçı programını 2002’de başlatmıştınız.
Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’nin misafir sanatçı programını oluştururken Türkiye’ye dışarıdan sanatçı gelmiyordu. Türkiyeli ve yabancı sanatçıları karşı karşıya getirecek bir ortam yoktu. Hatta o dönem Borusan Sanat’ın dışında yerli yabancı ayırmadan sergi yapan kurum yoktu, herkes yerli gösterirdi.
2004’te de Güneydoğu Akdeniz ve Güneydoğu Avrupa’yı programa dahil ettik. Bugün İstanbul Modern’de misafir sanatçı programında yer alan Mısırlı sanatçı Wael Shawky 2004 yılında bizim misafir programındaydı. Beyrut’taki Ashkal Alwan ve Kahire’deki Townhouse ile o zamanlar bölgenin üç ayağı gibiydik. Fonları, varlıklı ve kamu fonu dağıtma geleneği olan ülkelerden alıp diğerleriyle paylaşıyor, dağıtıyorduk. Program maddi olarak da kendi kendini çeviriyordu. Tüm onay ve tavsiye süreçleri bizdeydi.
Bugün hala bu sistem oturmadı. Ne Türkiye’de ne yurt dışında. Fonu veren kenara geçip çekilmiyor.
Kendine sömürge muamelesi yaparsan tabii ki bu kaçınılmazdır ama dersini çalışır, dik durur ve yaptığına en az karşındaki kadar emek verirsen saygı görürsün. 2010’a kadar bu program devam etti, idaresi kolay değildi. Bir aralar Borusan’ın misafir sanatçı programı vardı. Ama o ideal bir program değildi.
Sizinkinin farkı neydi Borusan’dan?
Platform’un programı doğal olarak bağlantılar sağlıyordu. Sanatçılar şehrin içindeydi. Program iki evliliğe bile vesile oldu. Dünyanın en iyi bilinen dört beş misafir sanatçı programından biriydik. İsveç’te IASPIS, New York’ta ISCP, Berlin’de Kunstlerhaus Bethanien, aynı seviylerdeydik. İstanbul Bienali’ne gelen çok sayıda sanatçı da programda vardı. Türk sanatçıları da misafir ettik.
Sizin burada Mutluköy’deki evinizde de bir misafir / konukevi programınız var bildiğim kadarıyla. Onu biraz anlatabilir misiniz?
Sabah kahvesi ve akşam yemeğini birlikte yapmak ve gün içinde bir saat bahçe çalışmasına yardım etmesi şartıyla ekoloji, tarım ya da gastronomiyle ilgili bir meselesi olan, araştırma yapan, bir türlü tamamlayamadığı bir çalışmasını tamamlamak isteyen, muhabbete açık insanlar için. Detayları konukevi.org’da. Son konuğumuz zeytinci bir aile üzerinden bir film yapmak istiyordu, dolayısıyla burada hasata katıldı, köylüyle ilişki kurdu. Film için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurdu. Üç ay kalmayı planlarken dört ay bizleydi.
Farklı disiplinlerden de kabul ediyor musunuz?
Tabii, hangi disiplinden gelirse gelsin, yazılımcı da olur, edebiyatçı da olur. Yeter ki meselesi ekoloji, tarım ve gastronomi olsun. Bir sonraki misafir için mayıs sonuna kadar başvuru haziranda da seçici kurul toplanır.
Misafir de sizin gibi burada vegan olma konusunda bir deneyim elde edecek sanırsam. Nasıl başladı vegan olma hikayeniz?
Vasıf Kortun: Refika çok erken vejetaryen oldu, yanılmıyorsam 11 ya da 12 yaşındaydı. 16 yaşında da vegan oldu. Bir süre sonra da bizi ikna etti.

Defne Koryürek: Çocuğunu yetiştiriyorsun, vicdanını nasıl kullanacağını öğretiyorsun ama bir gün çocuk sana hayatla ilgili çok temel bir şeyle geliyor, “Sen bilmiyorsun” deyip devam edersen bu hiç adaletli bir şey olmaz. O çocuk da seninle hiçbir şekilde ilişki kuramaz. Aksine senin daha iyi bir versiyonla karşı karşıya olduğunu idrak etmen lazım. Refika bizim daha üst bir versiyonumuz. Bizim onu takip etmememiz gibi bir şey söz konusu değil ve hala onu yakalayabilmiş değiliz. Onun anladığıyla bizim anladığımız onun netliğiyle bizim muğlaklığımız hala mevcut ve ekside olduğumuzu bilerek yola çıkmak zorundayız. Bu memlekette insanlar çocuklarının eve kedi ve köpek getirmesine bile izin vermiyor. Dolayısıyla bu memleket erişkinliğe erişemiyor sürekli iki yaş sendromuna takılıp kalmış.
Tabii tek tanrılı dinlere bakılınca ve dinin bugünkü toplumlar üzerindeki etkisini göz önüne alınca, vegan konusunun destekleyici bilimsel araçlara ihtiyacı devam edecek. Çünkü din dediğimiz tanrının emirlerinden oluşuyor. Sizinle bu durumda tanrıyla nasıl bir ilişkiniz var?
Benim öyle bir ilişkim olmadı.
Çocukken?
Babam hayatında camiye gitmemiş, namaz kılmayı bilmeyen bir adamdı. “Müslüman mısınız diye?” sorsan “Evet” derdi. Bizimkiler hiperseküler bir kesimden gelen kentli, etik değerleri yüksek, vicdanlı insanlardı ama lügatımıza hiçbir zaman Tanrı diye bir kavram girmedi. Ama insanların inancı beni ilgilendirmez, konu da olmamalı, inanan da inanmayan da aynı hürmeti görmeli.
Anne ve baba hayatta mı?
Babamı kaybettik maalesef, annem İstanbul’da.
Anneniz ne diyor Mutluköy’e taşınma durumunuza ve tarıma başlamanıza?
Şaşırıyor tabii, ilk başta inanmamıştı. Bunca yıl sonra, “Nasılsa vazgeçer” dedi. Tam bir şehir kadınıdır.
Kardeş var mı?
Yok, kardeş merakım da olmadı.
Vegan olma mevzusundan dönersek, insanın ve diğer canlıların şu anki pozisyonda türünü devam ettirebilmeleri için nelerden feragat etmesi ya da en baştan neleri konuşmamız gerek?
Bu gidişatta tür olarak çok az zamanımız var. Bir yandan sınıflar arası uçurum 19. yüzyıldan daha da kötü bir noktaya gitmeye başladı. Bu başlı başına bir sorun. İklim krizi büyük nüfusları yerinden etmeye başladı ve herkes mülteci olacak. Var olan düzenin içinde var olan sistemi koruyarak bir şeyleri onarmak imkansız.

Konuyu sadece insan değil tüm canlılar için değerlendirmeliyiz. Geçenlerde yaşadığımız korkunç olay mesela, 50’den fazla askerin İdlib’de öldürülmesi. Öte yandan dünyada günde 137 milyon tavuk katlediliyor. Bu perspektiften, tüm canlılara aynı hizadan baktığın zaman durum çok vahim.
Zaten konu da o değil mi, diğer canlıları düşünmeden önce, insanların arasında kurgulanan ideolojik ayrımlar bile çok ürkütücü.
Aynen. Soru her ne kadar sınıfsal ve ekonomik bağlamda olsa da neofil bir cevap vereyim, hala umut var ve buna da ihtiyaç var. En önemli sorun dünyada karbon yataklarını yok ediyor olmamız.
Bunların aslında ekolojik sorun olarak görülse de hepsi birer ekonomik savaşın sonucu ama.
Tabii ama bu yıl artık bir dönüşüme doğru gidiliyor, örneğin bütün araba şirketleri aslında fosil yakıtla devam edemeyeceğini gördü. Fosil yakıt şirketlerinin hisseleri tepetaklak gidiyor. Ama gelişme ekonomisi ve bu modelle gittiğimiz sürece gidişatı durdurmak söz konusu değil. Marifet olayı geriye çevirmek.
Yani bir anlamda makro düzeyde bunlarla ilgilenirken mikro düzeyde de bu köyde hayatınızı bu farkındalıklara göre düzenliyorsunuz denilebilir.

Evet, onarma kavramı üzerinden yaşıyoruz. Toprağın onarılması, var olanların onarılması, kafi olanı yeniden belirlemek, bütün ölçütleri yeniden kavrıyoruz. Bir sürü şeyden feragat etmen gerekiyor yoksa toplu feragat olacak.
Bütün bu konuların içinden ve şehrin en dışından bakınca, sanat ortamı nereye oturuyor, ya da oturabiliyor mu bir yere?
Sanat ortamına eski reflekslerimle devam ediyorum ama birçok farklı konunun daha önemli olduğunun farkındayım. Sanatı çok daha verimli bir aracı olarak kullanma kapasitesi önemli. Neyse ki sanatçılar bu konulara çok daha mütemayiller.
İstanbul Resim Heykel Müzesi’nden istifanızı da bu bağlamda değerlendirebiliriz sanki. Şöyle ki, muhakkak sorunlar olmuş ve işbirliğinin sağlıklı ilerleyememesi için birçok gerekçe vardır fakat, dünyanın bu bahsettiğimiz gerçeklerinin farkındalığı oluşmasaydı diğer bir deyimle Mutluköy’de bu perspektiften yaşama bakmıyor olsaydınız, belki de bu istifa gerçekleşmezdi.
Tabii ki, köy ve tarım konusunun etkisi var. Bunu neden yapıyorum diye bir sorguladığım oldu. Ama başlı başına bu kararın motivasyonu köy kent ikileminden geldi diyemem, sorun sistemseldi. Türkiye’nin modernizmle haklı haksız bir derdi her zaman vardı ama son yıllarda modernle dert ayyuka çıkmış durumda.

Türkiye’nin 20. yüzyılda çok değerli anları var, önemsenmeyecek bir tarih değil. Moderni topyekun kötüleme stratejisine ve tüm sıkıntıların müsebbibi olarak ifadelendirilmesine abanılmakta. Gezi Parkı da, Atatürk Kültür Merkezi de, Resim Heykel Müzesi de bunlara birer örnek. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ne kamulaştırmayla saraylardan gelmiş koleksiyonun Osmanlı’ya dair en değerli bölümlerini alıp ve Milli Saraylara ve Ankara’daki saraya götürmenin altında yine modernle mücadele var.
Kamulaştırma modernist bir olgu, kamudan saraya yollamanın anlamlarını siz düşünün, söz konusu eserlerin modern serüvenin kritik bir ögesi olduklarını da unutmadan. Bu eylemle hem modern ağaç köksüzleştiriliyor, hem geç Osmanlı ile genç Türkiye arasındaki akışkanlık örtülüyor. Müze kendi hikayesini ya da tarihini, nasıl anlatacak? Kamudan kamuya geçti diye bakılıyor ama kamusal alandan devlete geçiyor.
Resim ve Heykel’in belki en büyük etkisi Türkiye’nin tarih yazımı üzerinde olacaktır ya da olacaktı mı demek lazım. İstifanızı takiben bu ne kadar gerçekleşebilir?
Orada müzeciliğin en temel ilkelerinden uzak bir operasyon yürütülüyor. Şeffaf bir müessese değil, oysa kamu şeffaf olmalıdır. Sisin ardından sürekli bir şeyler dönüyor. Müze bir şekilde açılır ama konu o değil hakikaten.
Siz de bu dönen şeyleri temizlemeye çalıştınız. Geldiğiniz noktadan geriye dönülmüş müdür istifa sonrası?
Çoktan. Bir sistem oluşturmaya çalışıyorsunuz ve bu süreçlerin oturması büyük iş. Hayatında bir kere olsun müzeye gitmemiş insanların çalıştığı bir müze bu. Kapanan kamu kurumlarından transfer edilmiş insanların çalıştığı bir yer. Eser ve belgelere yapılan hoyratlığa inanamazsınız. Operasyonun bir başka özelliği de hakikaten kötü niyetli işlemlere çok açık. Güvenlik parametreleri bile trajik.
Peki bu haliyle, ezberletilenlerin tekrarıyla nasıl açılacak bu müze?
Klasik bir Türkiye anlatısıyla açılacaktır. Yani hayatlarımızı ve tarihi yeniden düşünmemizi sağlayacak araçlar haline gelmeden, hikayeler oluşturulamadan açılacaktır.
Nasıl bir şey ‘güç’le birebir çalışıyor olmak? ‘Güç’ kelimesini birçok şekilde tanımlayabiliriz elbette ama bu kontekste güç derken devletten söz ediyorum.
Ben hayatımda bir kez ve ilk kez devletle çalıştım. Ve oradan şöyle çıktım: Devleti hemen ve şimdi yeniden kurmak lazım. Her memurun yeniden sınavdan geçmesi gerekiyor, işlerini yapmadıklarında, suistimal durumunda işten çıkarılmalarının yolunun açılması lazım çünkü hiçbir şey yapılmaması için her şeyi yapıyorlar. Bu süreçte Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nin de ne kadar biçare bir kurum olduğunu da içeriden gördüm.
Sanat konusunda yapılması gereken bunca şey varken, özellikle de sizin gibi kişilere ihtiyaç duyulurken Mutluköy’de yaşayarak gerçekten olmak istediğiniz yerde misiniz?
Türk ve yabancı sanatçıların farklı, demokratik bir çerçeveye oturması, hiyerarşik olmayan ilişkilere girmesi, Türkiye’nin SALT gibi bir araştırma kapasitesi sunması… Bunlar konusunda bir doyuma ulaştım. ‘Kariyerist’ değilim. Yararlı olabileceğim bir ortam olursa tabii ki emek veririm.
Son olarak da piyasa dedikodusu yapalım mı? İstanbul Bienali eski küratörü olarak, son İstanbul Bienali’ni nasıl buldunuz?
Konuşmaya değer mi bilemedim. Bienal iddiasını pratik etmedi, söylediği de temsil düzeyinde kaldı. Türkiye’de ‘yedinci kıta’ üzerine derin, kapsamlı ve bilge bir geçmiş var. Buna da başvurulmadı. Ama temel sorun üç seferdir Batı Avrupa kafalarına sıkışmış seçici kurullarda.