MURAT SEVİNÇ
Aşağıdaki satırları, Boğaziçi Üniversitesi Rektörü’nün ‘tavrı’ üzerine yazıyorum. Beni ilgilendirdiğinden değil, tahammül edemiyor olmaktan…
Yargılanan akademisyenlerin davalarında Çağlayan’da ve benzer eylemler olan her yerde ‘Üniversite biat etmez’ pankartları açılıyor. Saygıdeğer ve sevgili meslektaşlarımızın bunu bir kararlılık ve umut ‘inadı’ için yaptığını tahmin ediyorum. Zira hepsi bilir ki üniversiteler (özellikle YÖK sonrası), son dönemin moda sözcüğüyle biat üreten ve kuşkusuz iktidarlara biat eden kurumlardır. Türkiye’nin tüm illerindeki üniversitelerde, halihazırda olup bitenlere karşı çıkan çok az sayıda akademisyenin oluşu, gerçeği değiştirmiyor. Üzülerek, o pankartta yazan cümleyi, reddediyorum.
Bu yazıyı okuyacakların çoğu, tarihte üniversitelerin nerelerde ve hangi formlarda ortaya çıktığını, modern dönemde nasıl evrildiğini, üniversite modellerini, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e toprağımızdaki gelişimin aşamalarını iyi kötü bilir tahmin ediyorum. Bir yazıda anlatmanın olanaksızlığı da düşünülürse, tarihçe kısmına girmeye gerek yok. İlgilenen okurlara, temel kaynaklardan biri olarak hocamız Taner Timur’un 2000 yılında yayımlanan (İmge) ‘Toplumsal Değişme ve Üniversiteler’ adlı kitabını öneririm. Ayrıca yazının sonuna, SBF’nin emekli hocalarından Coşkun San’ın 1992’de sunduğu, kısa ve kronoloji hakkında bilgilendirici bir tebliğinin pdf versiyonunu da ekleyeceğim.
Yüzyılları ve Osmanlı-Cumhuriyet aşamasını geçerek, YÖK’e geleyim.
Sevgili hocamın zamanında sık işittiğim sözcükleriyle; “Türkiye’de üniversite YÖK ile bitti.” Yürekten katılıyorum. Ben çoktan tükenmiş o kurumun öğrencisi ve çalışanı oldum, 30 yıl boyunca.
İktidara aday partiler YÖK’e karşı olup iktidara gelince fikir değiştirir Türkiye’de. Hepsi YÖK’ü kullanmak istedi bugüne dek. Laik YÖK başkanları ve üyeleri dahil! Bugün, şah olanın şahbaz halini izliyoruz, hepsi bu.
YÖK’ten önce üniversitenin hali neydi, çok tartışılır. Ancak İnönü’nün savaş sonrası/DP muhalefeti dönemindeki son derece ‘hayırlı’ adımlarından biri olan 1946 yasası ve ‘özerkliğin’ 1961 Anayasası ile anayasa hükmü haline getirilmesi çok önemliydi. Her ne kadar dönemin hedefteki öğretim üyelerinin tasfiyesini önleyememiş olsa da! 1982 Anayasası ‘özerkliğe’ son verdi. Darbeci generaller üniversitenin kontrolüne öylesine önem veriyorlardı ki YÖK Kanunu Anayasa’dan önce kabul edildi! YÖK’ün başına da daha sonra Bilkent’i kuracak olan İhsan Doğramacı getirildi. Çok sayıda solcu öğretim üyesi, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanılarak kamu görevinden atıldı. Darbeciler, üniversitelere yerleştirdikleri işbirlikçileri, sıkıyönetim komutanları ve Doğramacı işbirliğiyle.
Anlayacağınız, o günün ibişleri de kendilerine verilen görevi harfiyen yerine getirdi. Sıklıkla eski hocaların sözlerini nakletmeyi seviyorum. ‘Kural/adet’ olanın ne olduğunu anlamanız için bir alıntı daha: “Bu işler böyledir, birileri atılır, birileri de lacivert takımını giyip makam bekler. İnsanoğlu…”
1982 öncesi, evet üniversite belki yine tam olarak o sıfatı hak etmiyordu ancak hem prestiji yüksekti hem de özerklik sayesinde kendisini yönetecek organları seçip gereksinimlerine kendisi karar veriyordu; iç denetim mümkündü. İç denetimi sağlamak ne demek? Kürsü geleneği içinde yetişmiş biri olarak kısaca açıklamaya çalışayım: Özerklik yıllarında yetişmiş insanlar olan kürsü hocalarım, tüm akademik gelişme sürecimi denetlediler. Sürekli olarak çalışmamı salık vererek, her çalışma hakkında bilgi aldılar, önerilerde bulundular, yanlışları gösterdiler. Yaptıkları bir iç denetimdi, kürsü içi denetim. Bunu yaparken, hangi konuda çalışmak istediğime ben karar verdim ve düşüncem üzerinde bir an olsun baskı kurulmadı. Yalnızca, disiplinli bir biçimde yol gösterdiler. Bu esnada kendi işlerini kendileri yaptılar, bana, asli işim olmayan hiç bir sorumluluğu yüklemediler. Faturasını asistanına yatırtan, derslerini asistanlarına verdirip kendisi danışmanlık peşinde koşan haysiyetsiz akademinin toprağında anlatması zor bunları, farkındayım.
YÖK ile birlikte sona eren özerklik sistemi, yıllar içinde bu ‘kendi kendini denetleme/hesap sorma/hesap verme’ yolunu bitirdi. Eğer sen kendinden hesap sormazsan, biri mutlaka sorar. Bu işi YÖK ve rektörlükler üstlendi. KHK teröristi olduğum tarihe dek meslekte kaldığım 21 küsur yıl içinde kaç kez yönetmelik değiştirildiğini hatırlamıyorum. Kaç kez tepki metni hazırladığımızı. Kaç kez dava açtığımızı. Kaç kez ‘atama ve yükselme ilkeleri’ belirlendiğini. Üniversitede gece üzeri açıkta kalan rektör, sabah uyandığında yeni ‘kriter’ belirler. Senato üyeleri daha ziyade rektöre dalkavukluk yapma eğiliminde olduğu için, üç beş itiraz ardından kabul edilir.
Peki o rektörün kim olacağı nasıl belirlenirdi?
Geçen yıla dek rektörleri üniversite öğretim üyeleri seçiyordu. Daha doğrusu gidip adaylardan birine oy veriyordu. YÖK sıralamayı değiştirebiliyor, cumhurbaşkanı da canı kimi istiyorsa onu atıyordu. Ezcümle, aslında öğretim üyelerinin oylarının hiç bir değeri yoktu. Tabii, üniversitenin diğer bileşenlerinin oy hakkı olmaması, asistanların ha keza; pek itirazla karşılaşmıyordu. Dolayısıyla bir KHK ile atama yetkisinin doğrudan devlet başkanına verilmesini büyütmemek gerek. Kendilerine yıllarca, ‘oyları beş para etmez’ muamelesi yapılan hocaların hak ettiği tam olarak buydu. Nitekim, kimse itiraz etmedi. AKP Genel Başkanı & Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ‘niyetini’ dile getirdiği toplantıda rektörlerin, seçimin kaldırılması ‘kararını’ çılgınca alkışlamaları, Türkiye üniversitesinin durumunu sergileyen şahane örneklerden biri oldu.
Alkışlayan zavallılar, oda oda dolaşıp oy isteyen, seçimin faziletlerinden söz eden tiplerdi. Kişisel olarak, seçim dönemi propaganda sürecinde odama gelmesinler diye kapımı kilitliyordum. Halihazırdaki akademisyenler hiç olmazsa bu zulümden, koskoca adamların zırvalarını dinlemekten kurtuldu.
Sözün özü, Erdoğan’ın rektörlere muamelesinden son derece memnunum. Hitap ettiği kitlenin kumaşını çok iyi bilen, onları tanıyan biri Erdoğan.
Üniversite konusunu, hiyerarşiyi, sömürüyü, yayın mantığını, yükselmeleri, öğrenci niteliği, yeni liberalizmin verdiği hasar, onlarca vakıf üniversitesi konularını daha sonra ayrıca yazacağım.
Burada asıl mesele, YÖK ile birlikte artık o sorunlu eski üniversitenin dahi yok edildiği gerçeği. YÖK bir saadet zinciridir. Her birim bir üstündekine muhtaçtır. Rektörler YÖK’ü, onlar da iktidarı kızdıracak işlere girişemez. Mali işler, kadro sorunları vs. tümüyle bu zincirin halkaları arasındaki ilişkilere bağlı. O ilişkileri iyi kuranlar ‘İki eşeğin yemini bölecek düzeyde’ olmasalar da akademik yükselmelerinde ve yöneticilik dönemlerinde bir sorunla/engelle karşılaşmaz. YÖK sistemi vasatın taltif edilmesidir ve bunun dışına çıkan herkes şu ya da bu ölçüde zarar görür.
Bugün üniversitelerde bir anket yapın, ‘kadro’ talebinin, ‘bilimsel özgürlük’ ihtiyacının çok ilerisinde olduğunu görürsünüz. Hatta eğer ‘tuvalet kağıdı’ ve ‘kâğıt havlu’ talebi, özgürlük talebinin üstünde yer alıyorsa, şaşırmayınız. Çünkü YÖK sisteminin yarattığı rejimde, akademik/bilimsel özgürlük, kurumun ve öğretim üyesinin bekası için gerekli koşullardan biri değil. Her ikisinin de varlığı, rektörlerin, YÖK’ün ve tabii iktidarın onayına bağlı. Hâl böyleyken akademisyenler ‘gerekli koşulları’ sağlamakla, kurumlar ise tepedekileri kızdırmamakla mükelleftir. Ezcümle, akademik özgürlüğün sınırları, iktidar tarafından çizilir. Türkçesi: Gerçek bir akademik özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Akademik özgürlük olmayan bir kurum, üniversite olamaz.
Sonuç: Türkiye’de üniversite adını hak eden üniversite, yoktur.
Gelelim yazının ilk cümlesine. Evet, Türkiye’de halihazırda sıfatını hak eden üniversite yok. Buna mukabil bazı nitelikli, parlak kalıntılar var. Parlak bir yıkıntı/kalıntı olmak da fena bir şey değil kuşkusuz. Palmira gibi, Aspendos gibi, Akropolis gibi… Bu değerli mekânlarda zaman zaman muhteşem konserler veriliyor, insanların görmek için diğer şehir ve ülkelerden geliyor oluşu, onların görkemli kalıntılar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Boğaziçi Üniversitesi, gelenek, tarih, giren öğrenci puanı, kampüs ve öğretim üyesi ve eğitim niteliği bakımlarından Türkiye’nin görünürdeki en prestijli kalıntısı. Tabii izninizle, bir de duygusal bağlarım var…
Boğaziçi Üniversitesi rektörlük seçiminde, öğretim üyeleri eski rektörlerine yüzde 86 oranında oy verdi. Müthiş bir şeydi hakikaten bu ‘sahip çıkma,’ ‘arkasında durma’ isteği. Hele ki yüzlerce ‘vizyon ve misyon sahibi’ Atatürkçü, laik, sosyal demokrat, sosyalist, devrimci mensubu İbiş’e oy vermiş bir üniversiteden bakınca, daha da etkileyici görünüyordu. Özgürlükçü ortamı hakkında iyi kötü fikir sahibi olduğum için benim açımdan fazla şaşırtıcı olmadı. Milli iradeci AKP Genel Başkanı & Cumhurbaşkanı Erdoğan, yüzde 86 oy alanı değil, onun yardımcılığını yapmış, kardeşi AKP milletvekili olan Mehmed Özkan’ı rektör atadı. Kuşkusuz bu da şaşırtıcı değildi!
O ‘yüzde 86,’ sustu. İçlerinde susmayanlar olsa da, ‘endişeli çoğunluk’ içinde fark edilmedi. Çünkü imzacılık işi vardı, çünkü Reis’i kızdırmamak lazımdı, çünkü yeni rektör de mülayim biriydi, çünkü ‘kurumu korumak’ gerekirdi vb.
Meslektaşlar affetsin, beni en çok çileden çıkaran ifadelerden biridir ‘kurumu korumak!’ Yıllarımı bu iki sözcüğü duyarak geçirdim. Mülkiye’nin 100 hocasından 99’unu atsalar, kalan son aklı evvel ‘Kurumu korumak gerekir,’ der. Kurumu korumaktan anlaşılan da, susup oturmak, görünmez olmaktır. Sünepeliğin, kişiliksizliğin ‘akademikçesi,’ anlayacağınız.
Yüzde 86’ya dahil olup susma gereği hisseden ve oylarının arkasında duramayanları da, durumu idare etmeye ve dönemi atlatmaya çalışanları da anlamak mümkün. YÖK düzeni içinde, olması gerektiği gibi davranıyorlar. Kalan birkaç iyi halli kalıntıdan birinin daha tümüyle yıkılmasını önlemek için. Peki.
Gel gör ki yüzde 86’ya rağmen atanmış Rektör’ün şu son çıkışı ve çıkar çıkmaz pişman olup telaşla dönüşü, yine de pek hüzünlüydü. AKP Genel Başkanı & Cumhurbaşkanı, iki gün önce bir dernekte konuştu. Her gün böyle bir iki konuşma yapıyor. Boğaziçi’nin milli değerlere yaslanmadığını ve bu nedenle başarısız olduğunu vs. iddia etti! Uzatmaya gerek yok, herkesin malumu. Boğaziçililer alındı. Yüzlerce akademisyen atılmış ve bazı kurumlar dümdüz edilmişken, kimi üniversitelilerin payına da Erdoğan’ın açıklamasına ‘rencide olmak’ ve ‘üzülmek’ (eski rektör Üstün Ergüder gibi) düştü!
Konuşmanın ardından, hemen birkaç saat sonra halihazırdaki Rektör Mehmed Özkan, Üniversite’nin dünya sıralamasındaki yerini gösteren tweetler attı. Ne yalan söyleyeyim, ‘Atanmış olmasına karşın demek ki yine de yediremedi kendisine’ diye düşünürken, bugün yeni bir açıklama yaparak ‘O tweetleri Cumhurbaşkanına karşı atmadığını’ açıkladı. Sizce kime attı peki, bana mı?!
Şu satıra gelince artık kalbim sıkıştı, içim daraldı inanın. İşte üniversite ve YÖK düzeni budur Türkiye’de şeker kardeşim. ‘Dünyada 190’ıncı olduk’ der, sonra bir tweetin bile arkasında duramazsın.
Sayın Rektör, daha çok çalışıp bu yıl 180’lere kadar ilerlemenizi dilerim. Sayteyşın endeksler, hakemli dergiler, ayvi lige kabuller havalarda uçuşsun inşallah! Ziyade olsun. Fakat naçizane önerim, ya Erdoğan’ın sözü üzerine söz söyleyip tweet atma cesaretini göstermeyin bir kez daha, ya da sevimlilik müsabakasına Ankara’dan katılıp hepinize fark atan bay İbiş nasıl yapıyor bu tweet işini, kurs alıp öğrenin.
Ah unutmadan, kuşkusuz kurumu korumak gerek sayın rektör, kurumu korumak gerek…