MURAT SEVİNÇ
Aşağıdaki satırları, Diken’de yayınlanan ‘İt muamelesi görmeme hakkı’ başlıklı makalenin devamı olarak da düşünebilirsiniz.
Toplum nedir, yurttaşlık nedir, hak aramak nedir, kötü muamele nedir, Akdenizlilik ile itlik neden birbirinden ayrılması gereken niteliklerdir? Ve Türkiye ne hâldedir? Tekmili birden, aynı olayda!
Yazının konusuna kaynaklık eden bir hikâye üzerinden gideceğim. Yalnızca bir hafta kadar önce, bir arkadaşımın/meslektaşımın yaşadıklarını aktararak başlamak istiyorum. Anlatacaklarımın büyük kısmı arkadaşımın Cumhuriyet Savcılığı’na verdiği dilekçeden, üç beş satır da, bana anlattıklarından.
Bir üniversitede çalışan, kadın, hukukçu öğretim üyesi. Dolayısıyla hakları nelerdir, hukuksuzlukla nasıl mücadele edilir; bunları bilen, öğreten insanlardan. Ayrıca annesi de yaşını başını almış bir öğretim üyesi. Anlayacağınız, hak arama ve dert anlatma konusunda hiç bir sorun yaşamayacak insanlar.
Annesi ile otobüs yolculuğunda. Firma, adı sanı bilinenlerden biri. Ege kasabasından İstanbul’a hayli uzun sayılabilecek bir yol. Annesinin önündeki yolcu bir kadın ve koltuğu sonuna kadar yatık. Herkes yaşamıştır, kimileri öyle yatırır ki o koltuğu nefes alamazsınız. Ortalama bir Türkiye yurttaşına, ‘koltuğun yatabilme kapasitesi ile sonuna kadar yatırma isteği arasında zorunlu bir ilişki olmadığını’ anlatmak mümkün değil. Naçizane önerim, eğer öndeki yolcu ‘Ya kardeşim yatıyor, ben de yatırıyorum, sana ne,’ şeklinde bağırmaya başlar ve siz de telaştan ne diyeceğinizi bilemez halde verecek bir örnek ararsanız, araç kilometre kadranlarını konu edebilirsiniz. Araçların 250-300 km hıza çıkabildiklerini, ancak dünyadaki bir iki istisnai otoban hariç trafik kurallarının buna izin vermediğini, belirleyici olanın kadrandaki rakam değil kural olduğunu söyleyebilirsiniz. Eğer dayak yemezseniz, hiç olmazsa biraz kafa karışıklığına neden olursunuz!
Arkadaşım, öndeki kadından koltuğu biraz düzeltmesini rica ediyor. Kadın, bozuk olduğunu söyleyince bizimki muavinden yardım istiyor ve muavin, bozuk olduğu iddia edilen koltuğu düzeltiyor! İlk ‘yerli’ davranış: Yalan söylemek.
Bunun üzerine arkadaşım, “İnsanların bu kadar rahat olmasını anlamıyorum,” şeklinde mırıldanınca kıyamet kopuyor. Öndeki kadın, “Al sana rahatlık,” diye bağırıp koltuğu sonuna dek yatırınca, bizimkilerin itirazı başlıyor haliyle. Öndeki kadın, yan koltukta çocuklarının olduğunu ve koltuğu düzeltmeyeceğini yine bağırarak ‘ilettikten’ sonra, ayağa kalkıyor ve arka koltuktaki arkadaşımın omuzlarına ve yüzüne vurmaya başlıyor. “Seni gebertirim” ve “Seni mahvederim” çığlıkları atarak. İkinci ‘yerli’ eğilim: Temelsiz özgüven, şirretlik, tehdit.
Bu esnada, kadının yan koltuğunda oturan ve kocası olduğu anlaşılan adam, arkadaşımın kollarını tutup dayak yemesini kolaylaştırıyor. O da “Seni öldürürüm,” şeklinde defalarca bağırıyor. Üçüncü ‘yerli’ eğilim: Ölümle tehdit ve kötülükte birleşen aile birliği.
Bu arada arkadaşım bolca tokat ve yumruk yiyor, yaşını almış annesinin çaresizliği eşliğinde.
Nerede oluyor bunlar? Bir yolcu otobüsünde. Tıka basa dolu. Yolcular tümüyle İsveçli, Marslı ya da Amerikalı değilse, muhtemelen Türkiye yurttaşı. Peki yerli ve milli yurttaş topluluğu ile firma yetkilileri ne yapıyor dersiniz? Kesinlikle müdahale etmeyip dayağı seyrediyorlar. Arkadaşım, otobüsün bir karakola çekilmesi gerektiğini söyleyince, dayağı seyreden yerli değerlerimiz, toplu olarak itiraza başlıyor. Bunun üzerine sürücü, eğer isterlerse kendilerini karakola bırakabileceğini ve devam edeceğini söyleyince, ana kız gece vakti orada ne yapacaklarını bilemedikleri için, kabul etmiyorlar.
Sürücü ve muavin ne kadına müdahale ediyorlar ne de koltuğun düzeltilmesini sağlıyorlar. Sürücünüm yanına gittiklerinde ‘kaptan,’ kadının ağzının bozuk olduğunu, boş vermeleri gerektiğini ve isterlerse yer değiştirebileceklerini buyuruyor. Dördüncü ‘yerli’ davranış: Pratik ve elbette doğru olmayan, riyakârca çözüm üretme.
Bu arada yolculardan bazıları, yukarıda verdiğim örnekteki ifadeyi tekrar edip ‘Koltuk yatıyorsa yatırır, ne uzatıyorsunuz’ diyor, biraz önce şiddete maruz kalmış insanlara. Beşinci ‘yerli’ değer: Düşünmemek, olgular arasında bağ kurmamak, güçlü görünenin yanında hizalanmak.
Mola sırasında sürücünün yanına gidip yolcuların güvenliğinden sorumlu olmasına karşın olaya neden müdahale etmediğini sorduklarında, sürücü, arkadaşımın annesine şöyle yanıt veriyor: “Anneciğim, evimde annemle karım arasındaki kavgaya da karışmıyorum. Beni ilgilendirmez; benim böyle bir sorumluluğum yok sadece otobüsü kullanmakla sorumluyum.” Altıncı ‘yerli’ nitelik: Durumu kurtarmak, konuyu kapatmak için başvurulan ve sempatiklik gibi görünen, sığırlık.
Anne yerinden kaldırılıp başka bir koltuğa oturtuluyor ve o koltuğun sonradan gelen yolcusu da anneye “Kalk yerimden” diye çıkışıyor. Bu arada dayağı izleyen herkes içinde, yalnızca ‘iki kişi’ tanıklık yapmayı kabul ediyor. Buradaki ‘yerli’ niteliği de siz buluverin!
Unutmadan, darp raporu veren doktor, bir süre önce hasta yakınının saldırısına uğrayan ve yüzü yaralanan meslektaşının aldığı raporun bir işe yaramadığını anlatıyor!
Bu örnek olayda çok sayıda maraz görmek mümkün. ‘Toplum’ olabilmenin bazı asgari koşullarından dahi yoksun olmak. Hak duygusundan tümüyle habersizlik. Şiddet kültürü. Hukuk sistemine duyulan derin güvensizlik ve bundan kaynaklanan pervasızlık. Kayırmacılık. Eşitlik ilkesinden fersah fersah uzaklık…
Eşitlik ilkesiyle ne ilgisi var demeyin sakın; her şeyin temelindedir. Burada, bence ideal olan sosyalistçe bir eşitlikten söz etmiyorum. Burjuva hukukunun demokratik yurttaşlığı, herkesin hiç olmazsa ‘yasa karşısında eşitliği’ ilkesine dayanır. Takdir edersiniz ki eğer o koltukta oturan, arkadaşım gibi biri değil de örneğin iktidar partisi ile haşır neşir biri olsaydı; şiddet uygulayanlar şu anda tutukluydu, sürücü ve muavin işten çıkarılmıştı, firmanın başı dertteydi vesaire…
Aktarmaya çalıştığım olay ve muadilleri, her gün bu memleketin pek çok yerinde yaşanıyor. Çokluğu ölçüsünde de olağanlaşıyor. Anlatması kolay değil farkındayım, ancak tekrarlamaktan bıkmamalı: Faşizm olarak adlandırılan bela, sıradan insanların yaşamlarında filizlenir. Günlük hayatta. Sokakta tanık olduğumuz en anormal davranışları, hukuksuzlukları, ahlaksızlıkları adaletsizlikleri, şiddeti ‘olağan’ kabul etmekle. İtiraz etmemekle. Etmekten çekinmekle. Korkmakla. Sürekli endişelenmekle. Sıradan olan, vasati görünen her davranış da politiktir.
Çevremde, istisnasız herkes mutsuz. Arkadaşlarım, eşim dostum yalnızca bir ya da birkaç partinin seçmeninden oluşmuyor. Ortalama, iyi kötü okumuş, düzgün davranmaya, dürüst olmaya, kurallara uymaya, kırmızı ışıkta durmaya çalışan insanlardan söz ediyorum. O parti ya da bu partinin seçmeni, o ya da bu gazetenin okuyucusu insanlar. Ortak nitelikleri, kimseye zarar vermeden ve kimseden zarar görmeden sade bir yaşam sürmek istemeleri.
Mutsuzluğun tek bir kaynağı yok elbette. Buna mukabil çok önemli bir neden, siyasal gelişmelerin göreli özerkliği bir yana, günlük yaşam pratiklerinin ahlaklı insanlar için giderek tahammül edilemez hale gelmesi. Şu şahane toprağımızın, dürüst bir ömür sürmek isteyenler için cehenneme dönüyor oluşu. Ve halihazırda, mutsuzluğun gerekçelerinin dahi konuşulamaması, dile getirmekten çekinilmesi. Zira söz konusu atmosferin müsebbibi olanlar, ‘mutsuzum’ diyenlere de nefret kusup bezdirme eğiliminde.
Muhterem okuyucu,
bıkıp usanmadan tekrar etmeliyiz: Biz yurttaşız. Haklarımız var. Dolmuşçu bize sövemez. Taksi sürücüsü bize sövemez. Maaşını ödediğimiz kamu görevlisi polis ya da özel güvenlik bize sövemez. Otobüs yolcusu bize sövemez. Trafikteki sığır bize sövemez. Devlet dairesindeki kabadayı bize sövemez. Sokaktaki adam bize sövemez. Biz de onlara sövemeyiz.
Bu memleketteki hemen her kurum siz istediğiniz için, her sosyal melanet siz itiraz etmediğiniz için var.
Eşitlik ve yurttaşlık bilincinin, toplum olma vasfının zayıflayarak giderek manasız bir kalabalığa dönüşmenin çok ağır sonuçları var ve olacak. Türkiye’de, halihazırdaki dürüst, asgari eğitimli, aklı başında yurttaşlar; şu aralar kendilerine temel hedef olarak, ‘akşam eve sağ salim ve hakarete uğramadan’ gelebilmeyi koymuş durumda. Söz konusu feci hâl, herhalde en derin ekonomik krizden çok daha sarsıcı kabul edilmeli.
Namuslu yurttaşlar, günlük yaşamı giderek daha tahammül edilemez hale getiren edepsiz itlere, kural tanımazlara karşı çıkmak zorunda. Hemen her abukluğun kuyruğuna takılmaya çalışılan ‘Akdenizlilik heyecanı’ nitelemesi böyle bir şey değil takdir edersiniz. Akdenizlilik başka, itlik başka bir şey. Faşizan eğilimleri sempatik gösterecek her adlandırmadan kaçınılmalı.
Tedavi için önce teşhis gerekiyor malum. Eğer mümkünse riyakârlık yapmadan, samimiyetle ne denli berbat durumda olduğumuzu kabul ederek başlayabiliriz. Anlamsız, romantik yalanların ve temelsiz milli manevi masalların ardına sığınmadan; açık yüreklilikle itliğe itlik, edepsizliğe edepsizlik, haksızlığa haksızlık diyebilmeliyiz.
Hiçbir hareketinin cezalandırılmayacağının farkında olmanın pervasızlığıyla davranan şımarık ahlaksızlarla ve her toplum açısından büyük felaket olan ‘cezasızlık’ kültürüyle mücadele edecek gücü, kendimizde bulabilmeliyiz.
Aksi halde, muhtelif siyasi görüşlere sahip aklı başında tüm yurttaşların bir yerlere ‘gitmek istediği’ ve fırsatını bulanın ‘gittiği’ bir toprak olacağız. Zaten var olan söz konusu eğilimin, böyle giderse, artarak süreceğini tahmin etmek güç değil.
Konuya ilişkin sonraki yazılara da kapı aralaması için, şu son derece ‘absürt’ soruyla bitsin yazı:
Yukarıda yolculuk hikâyesini anlattığım ‘hukukçu’ arkadaşım, ola ki yediği yumruklar sonucunda kalp krizi geçirip yaşamını kaybetseydi ve otobüs sürücüsü, cenaze ile annesini yolda bir benzincide bırakıp devam etmeyi önerseydi, sizce diğer yolculardan kaçı itiraz ederdi?
Tahmin ettiğiniz yanıt dehşet verici değil mi?
İşte, bu durumdayız…
Yazı önerisi: Fakülte’deyken üst kat komşum, sevgili arkadaşım ve meslektaşım Kerem Altıparmak’ın akademiye veda yazısını, buraya bırakıyorum.