NUR BANU KOCAASLAN
Suriye sınırındaki şehirlerde son dönemde artan Suriyelilere yönelik ‘linç girişimleri’ne varan gerginlikler, hükümetin sığınmacılarla ilgili bir dizi karar almasına sebep oldu. Bunlardan belki de en dikkat çekeni kamuoyuna ülkelerinde savaşın devam ettiği Suriyelilerle birarada yaşamanın kaçınılmaz olduğu mesajının verilmesiydi.
Suriyeli yazar ve çevirmen Bekir Sıdkı, uzun yıllardır Türkiye’yle ilgileniyor. İçlerinde Orhan Pamuk’un da olduğu çok sayıda yazarın eserini Arapça’ya kazandıran Sıdkı, son bir buçuk yıldır Gaziantep’te yaşıyor.
Şehirdeki olaylara da birebir tanık olan Sıdkı’ya ‘birarada yaşaması kaçınılmaz’ bu iki toplumu sorduk. Sıdkı, Türkiye’yi ‘içine kapanık bir ülke’ olarak tanımlarken, Suriyelilere yönelik saldırıların nedenlerinin de çok kapsamlı olduğu görüşünde.
75 milyonluk Türkiye 1,5 milyon Suriyeliyi sindiremiyor
– Türkiye’de son dönemde özellikle Suriye sınırına yakın şehirlerde Suriyeli sığınmacılara karşı yükselen bir gerilim var. Türkiye’yi yakından tanıyan biri olarak öncelikle son olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sondan başlayayım: 75 milyonluk Türkiye toplumu 1,5 milyon civarında yabancı sığınmacıyı sindiremiyor. Üstelik bu sığınmacıların sistematik bir soykırımdan kaçtıklarını bile bile.
Bu soykırım diye tanımladığım durum dördüncü yılında seğirirken, 23 milyonluk Suriye’de 200 binden fazla insan öldürülmüş, 3 milyon civarında nüfus komşu ve daha uzak ülkelere kaçmış, 5 milyon kadarı da evinden barkından olup Suriye sınırları içinde bir yerden bir yere kaçışmakta, yüzbinlerce insan da işkencelerden geçmekte.
Bazı kaynaklara göre son af kanunundan 150 bin kişi yararlanırken, 350 bin kişi hala o cehennemlerde. Her gün yenileri eklenirken bir kısmı da işkence altında tasfiye ediliyor.
Cezar kod adıyla bilinen, rejimden kaçıp belgeler yayınlayan eski istihbarat adamı hapishanelerde tasfiye edilen 11 bin kişinin fotoğrafını BM mercilerine sunmuştu. Bunlar sadece buz dağının görünen kısmı.
Bu insanlık dışı durumun sorumluları rejimin resmi ordusu ve Şebbiha olarak adlandırılan milislerin yanı sıra Lübnan’dan İran merciili Hizbullah, Irak’tan yine İran merciili milisler. Daha sonra tabloya bir bu eksikti denecek türden Sünni radikal İslamcı cihatçı gruplar da eklendi.
Bu cihatçı grupların en belalısı IŞİD artık uluslararası bir problem. IŞİD ve ve ona benzer El Kaide örgütünün Suriye kanadı Nusra Cephesi, Ahrar uş Şam, ve benzeri selefi – cihatçı onlarca grup rejim cephesinin beceremediği özgürlük devriminin püskürtülmesi ve caydırılması görevini ‘kalenin içinden’ yani bir truva atı gibi becerebildi.
– Bu şartlar altında ülkelerinden kaçarak Türkiye’ye gelen sığınmacılar, şimdi burada başka bir deneyim olarak göçmenliği yaşıyor, üstelik Suriye’deki durum devam ettikçe sayı da gittikçe artıyor değil mi?
Bu noktada, Suriyeli sığınmacılara karşı yapılan saldırılara ışık tutması açısında şunu not edelim: Altı yedi ay öncesine kadar Türkiye’ye kaçan Suriyeliler görece varlıklı, geçimlerini sağlayabilen ailelerdi. Daha fakir halk, muhaliflerin denetimi altındaki bölgelerde tutunabiliyordu.
Daha sonra, özellikle Halep’te yoğun varil bombalamaları (bu da Esed rejimine has ilkel bir ölüm aygıtı) sonucu şehrin doğu kesimi tamamıyla boşaldı.
Ancak daha da kötüsü İŞİD’in egemenliğinde başladı. Halep’in doğusundan Rakka ve Deirezzur’a, oradan da Musul’a uzanan bir İslam devleti kurulmasıyla yeni ve daha yoğun bir sığınmacı dalgası Türkiye’ye akın etmeye başladı.
“Bir Suriyeli bir Türk çocuğunu dövmüş…”
– Sığınmacılar için sizin de yaşadığınız Gaziantep nasıl bir şehir peki? Her zaman gerginlik hakim miydi?
Bir buçuk yıl kadar önce, Halep’ten Gaziantep’e geldiğimde, bu şehir Suriyeliler için bir sığınmacılar cennetiydi. Özellikle Hatay’da ortaya çıkan bazı olumsuzluklardan burada eser yoktu. Genellikle şehir sakinleri Suriyelilere yabancı gözüyle değil, komşu–kardeş gözüyle bakıp öyle davranıyordu.
Sözün kısası, Gaziantep Suriyelilerle gerginlikler yaşanabilecek en son yer gibi görünüyordu. Acaba ne oldu da Gaziantep, Suriyeliler için en tehlikeli yere dönüştü?
Mahalleli galeyana gelip sopa bıçak Suriyelilerin evlerine, işyerlerine, arabalarına ve tabi ki kendilerine saldırıyor, vurup kırıyor… Polis geliyor, gözleri dönmüş saldırganları dağıtıyor, Suriyelileri ise apar topar yakın uzak kamplara gönderiyor.
İkinci olayda ‘Suriyeliler’ sokakta top oynayan Türk çocuğuna döner bıçağıyla saldırıyormuş.. Yine galeyan ve aynı senaryo: Olay Suriyelilerin kamplara gönderilmesiyle sonuçlanıyor.
En son olayda ise Suriyeli bir kiracı, kira parasını almaya gelen ev sahibini bıçaklayarak öldürüyor… Polis kaçan kiracının ailesini linç edilmekten zor kurtarıyor. Daha sonra mahalle Suriyeliler’den ‘temizleniyor.’
Maraş ve Adana’da esnaf Suriyeliler’in işyerlerine saldırıp kırıp geçiyor. Ankara’da Suriyelilerin kaldığı bir bina mahalleli tarafından ateşe veriliyor, polis saldırıya uğrayan Suriyelileri Mardin’e sürüyor.
– Olayların başlangıç sebeplerinde bahsettiğiniz gibi genelde benzerlik görünüyor, bu durum Türklerin de Suriyeliler hakkında genellemeler yapmalarına sebep oluyor. Peki nasıl geliniyor bu galeyana?
Her yerde ‘Suriyeliler’i İstemiyoruz’ sloganıyla yürüşler düzenleniyor. Peki neden böyle oluyor? Birileri insanları suriyelilere karşı kışkırtıyor mu? Neden çoğu olaylar aynı senaryoda gelişiyor? Neden her yerde Suriyeliler Türk çocuklarını dövüyor?!
Demek ki bu bir Arap ya da Suriye kültürü. Demek ki vahşi Araplar hep çocuk döverek yetişirken, uygar Türkler çocuklarını eller üstünde tutuyorlar. Ortaya atılan dedikodulara ve olayların akışına bakıldığında bir şekilde Suriyeliler hakkında böyle bir izlenim yaratılmakta.
-Türklerin Suriyelilere yönelik algısında bir değişim var o zaman. Bunun sebepleri sizce saydığınız bu örneklerden daha kapsamlı bir duruma mı işaret ediyor?
Yerli halkın Suriyelilerle bir derdi olduğu kesin, ama hiç de kültürel sebeplerden dolayı değil. Şu sebepleri sayabiliriz: Bir, artan Suriyeli nüfusuyla ev kiraları (mesela Gaziantep’te) üç katına çıktı. Bu, ev sahiplerine fayda, kiracılara zarar verdi.
İki, Suriyeli işçiler daha düşük ücretlerle çalıştırılarak, işverenlere faydalı, yerli işçilere zararlı bir durum oluştu.
Üç, yoksulluk içinde yaşayan bazı aileler, özellikle kamplarda yaşayanlar, küçücük kızlarını Türk erkeklerine kuma olarak veriyor. Bunu örtülü fuhuş olarak adlandıranlar da var.
Her üç olguda da, asıl suçlu Suriyeliler gibi gösteriliyor. Halbuki bu durumda eğer bir suçlu gösterilecekse, bunlar sırayla ev sahipleri ve emlakçılar, işverenler ve ikinci (ya da üçüncü) eş arayan Türk erkekleri.
‘Türkiye hükümetinin sığınmacılarla ilgili politikası tam bir baş ağrısı’

(Fotoğraflar: DHA)
– Peki olayların bu noktaya gelmesinde hiç mi hükümetin sorumluluğu yok?
Türkiye hükumetinin Suriye politikası tam bir başarısızlık örneği. Bu konumuzun dışında kalıyor. Ama sığınmacılarla ilgili bölümü de ayrı bir baş ağrısı.
Bu sığınmacıların yasal bir statüsü yok gibi. Ne iş hakkı veriliyor, ne de çocukları Türk okullarına gidebiliyor. Devlet hastanelerinde tedavi görebiliyorlar ama, zaten yerli halk bile o hastanelerin kapasitesi ve hizmet seviyesi hakkında şikayetçi. Suriyelilere karşı kışkırtma yapan çevreler, bu hastanelerin durumunu Suriyelilere mal etmeye çalışıyor.
Gaziantep, Türkiye’de Suriyelilerin belki de en yoğun yaşadığı kent. Antep’te 400 bin Suriyeli olduğu tahmin ediliyor. Son bir yıl içinde Suriyelilerin işlettiği lokantalar, cafeler, dükkan ve çeşitli işyerlerinin sayısında bir patlama oldu diyebiliriz. Yerli esnaf bundan şikayetçi.
Suriyeliler vergi ödemediğinden, eşit koşullarda bir rekabet yok. Yerli esnafın bu konuda haklı olmasına rağmen bu durumun suriyelilerin suçu olmadığı görülmüyor ve her olayda bu işyerleri (ve Suriye plakalı arabalar) hedef gösteriliyor.
– Suriyelilerin birbirleri arasında nasıl bir diyalog var peki, durumu iyileştirmek için bir nevi ‘yurttaş dayanışması’ sağlanamaz mı?
Türkiye’de bulunan Suriyeli bu ‘rahat sınıfın’ yüz kızartıcı bir tutumu var. Her sığınmacı – yerli halk arasında gerginlik yaşandığında, bunlar da yoksul sığınmacılara yüklenip Türkiye hükumetine yaranmaya yarışıyor.
İstanbul’da yaşanan meşhur ‘dilenciler’ olayında, Vali Hüseyin Avni Mutlu kameraların karşısına çıkıp gözlerini kırpmadan şunu diyebildi: “Bazı Suriyeliler de bana gelip dilencilerin suriyeli profilini kötü yönde etkilediğinden şikayet ettiler!”
Evet, Vali bey bir yana, o ‘rahat’ Suriyeliler bunu söyleyebilmiş. Kendi perişan yurttaşlarına yardım eli uzatacakları yerde, onların yoksulluklarından şikayetçi oluyorlar. Kendileri de bir zamanlar yoksulken, halk devrimi vesilesiyle birden su yüzüne çıktılar.
Kaçtıkları ülkelerde muhalefet mahfellerinde, yabancı finanslı medya ve yardım örgütlerinde yüksek maaşlarla çalışıp, İstanbul’un üst orta sınıf mekanlarında vakit geçirirken fakir perişan yurttaşlarını görmek onları rahatsız ediyor.
– Peki iki ülke yurttaşları arasında bundan sonra diyalog kurmak mümkün değil mi? Sizce Türklerin Suriyelilere yönelik son dönemde sivrilen algılarında ne tür faktörler var?
Yine başta söylediğim sonuca döneyim: Acaba niye 75 milyonluk bir Türkiye toplumu, bir buçuk milyon civarında yabancıyı sindiremiyor? Neden onları ötekileştirip ‘suriyelileri istemiyoruz’ diye bağırıp sokaklara dökülüyor?
Suriyeliler gelmeden önce de her zaman bir ‘öteki’ vardı Türkiye toplumunun içinde. Bu ötekiyi hem tanımıyor, tanımak da istemiyor, hem de saldırgan bir ırkçılıkla yaklaşıyordu.
Bu öteki bir zamanlar başı örtülü muhafazakar kesimden kadınlardı.. bazen gayri müslümlerdi.. bazen Alevilerdi.. bazen Yahudilerdi… Maraş katliamını yapanlarla bu günlerde suriyelilere saldıranlar aynı zihinsel yapıya sahipler.
15 milyon civarında Türkiye Kürtlerini yakın zamana kadar inkar edenler, Sivas’ta aydınları ateşe verenler, Orhan Pamuk ve Ahmet Altan’ı sokak ortasında dövenler, Hrant Dink’i hedef gösterenler ve öldürenler, şimdi de Suriyelileri, çözemedikleri kendi sorunlarını örtbas etmek için, hedef gösteriyorlar.
– Toplumun ‘öteki’ örneklerine Suriyeli sığınmacıların da eklendiğini söylüyorsunuz, bu durum tersine dönüştürülemez mi?
Bunlar, ya da bu zihniyette olanlar bütün türkiye toplunu temsil ediyorlar gibi bir düşüncem yok. Ama bu hastalıkları taşıyan bir toplumdan bahsettiğim kesin.
Türk toplumu, gördüğüm kadarıyla çok içe kapanık. Kendi ezberlerinden öteye geçip bir şey bilmek istemiyorlar. Bunu cumhuriyetle başlayan kopuşa bağlıyorum. Türk toplumunda ‘bütün yabancı ülkeler Osmanlı imparatorluğunu parçaladıkları gibi, geriye kalan Türkiyemizi de parçalamak istiyorlar’ paranoyası hakim…
Öte yandan Kemalist anlayış, ilkel Arap dünyasından uzaklaşarak, Avrupa’daki ‘muasır medeniyeti’ yakalamak peşindeydi.
Türkiye’de birden fazla kuşak, Türk sinemasında sunulan Arap tiplemesinden başka gerçek arapları tanımıyor. Bu Arap tiplemesi esas olarak kötü olup “Osmanlıyı arkadan kalleşçe vurdular” söylemini meşru kılmak için, uçsuz bucaksız çöllerde deveye biniyor, hep şehvet peşinde koşuyor, ve tamamen görgüsüz, aptal, ve haindir.
Sanki Şam şehri dünyanın en eski yerleşim merkezlerinden değilmiş gibi.. sanki ziraat Irak’ta başlamamış gibi..
Bir hafta önce aynı konuda, Lübnanda çıkan El Hayat gazetesinde yayınladığım yazımı şu cümleyle bitirdim: “Ey Türkiyeliler, ülkenize sığınmamız size kendi dünyanız dışında bilgi edinme fırsatı veriyor.”