Hep beraber el vermek, el ele vermek gerek!
Sürdürülebilir bir yaşamı seçmek ve onu sürdürebilmek insanlık adına kolay olmayan psikolojik süreçlerden biri olacak gibi görünüyor. Ancak birlik olmak da bizim en büyük gücümüz! Prof. Dr. Psikoterapist Bilge Uzun, hep beraber el ele verdiğimizde bunun üstesinden gelebileceğimize inanıyor.
Sürdürülebilirlik kavramı, beraberinde içinde bulunduğumuz psikolojik süreci de anlamlandırmaya çalışmayı gerektiriyor. Değişen dünyanın yeni ihtiyaçlarına uyum sağlamaya çalışmak, insanlığı şimdiye kadar rahat ettiği güvenli alanların ya da fikirlerin dışına çıkmaya zorluyor. Peki, sürdürülebilir bir yaşama psikolojik olarak adapte olmanın zorluklarını aşmak, bu hayali gerçekleştirmek mümkün mü, şu an ne yaşıyoruz ve ileride neler yaşayacağız? Kafamızdaki tüm soruları sürdürülebilirlik psikolojisi üzerine çalışmalar yapan Prof. Dr. Psikoterapist, Psikodramatist Bilge Uzun ile konuştuk.
Öncelikle sürdürülebilirlik psikolojisini uzman diliyle bizim için biraz tanımlayabilir misiniz? Hayatımıza giren bu kavramlar neyi ifade ediyor?
Yaşam, bize olumlu ya da olumsuz yeniliklerle gelirken yepyeni kavramları da beraberinde getiriyor. Buna göre içinde bulunduğumuz zorlu zamanların yeni kavramları: sürdürülebilirlik, sürdürülebilirlik psikolojisi, eko-anksiyete.
Sürdürülebilirlik en basit tanımıyla ‘bir durumun, oluşumun ya da duygunun devamlılığı’ olarak tanımlanabilir. Sürdürülebilirlik psikolojisi ise, bireylerin bu değişimler karşısında düşünce, duygu ve davranışlarını anlamayı amaçlayan bir psikoloji dalı olarak karşımıza çıkıyor. Bu alan, bireyin ve toplumun sürdürülebilirlikle ilgili sorunları fark etmelerini, anlamalarını ve buna dair çözümler üretmelerini desteklemeyi hedefliyor.
Bu psikolojinin içine son dönemde sık duymaya başladığımız eko-anksiyete de giriyor. Eko-anksiyete nedir ve bizi nasıl etkiliyor?
Sürdürülebilirlik psikolojisinin temelinde yer alan duygu durumlarından biri eko-anksiyete. ‘Eko’ (ekoloji) ve ‘anksiyete’ (kaygı) kelimelerinin birleşiminden oluşan eko-anksiyete, çevresel sorunlar ve iklim krizine bağlı biyolojik çeşitlilik kaybı, doğal kaynakların tükenmesi, hava kirliliği gibi olumsuz sonuçların gelecekte daha da artacağına ilişkin duyulan yoğun endişe ve kaygıyı ifade ediyor.
İklim krizi, doğrudan ve dolaylı olarak ruh sağlığını etkiler. Buna dair kaygı oluşturmak, üzüntü, endişe, çaresizlik gibi olumsuz duygular son derece olağan. Bu duygularla başa çıkmakta zorlanabiliriz. Buna eko-anksiyete deniyor. Amerika Psikoloji Derneği (APA) eko-anksiyeteyi ‘iklim krizi etkilerinin geri döndürülemez olmasının gözlemlenmesinden kaynaklanan kronik çevre felaketi korkusu ve buna bağlı olarak sonraki nesillerin geleceğinden duyulan endişe’ olarak tanımlıyor. Daha anlaşılır bir şekilde ifade etmemiz gerekirse ‘sürekli devam eden çevresel kıyamet korkusu’ da diyebiliriz. Eko-anksiyetenin belirgin belirtileri öncelikle iklim krizi hakkında çaresiz hissetmek, çevre sorunlarına dair yaygın korku veya endişe hissi, odaklanmakta güçlük yaşamak, uykusuzluk ve yorgunluk, küresel liderlerin çevre için daha fazla olumlu adım atmaması nedeniyle ortaya çıkan hayal kırıklığı ve öfke, dünya ve çevre hakkında takıntılı düşünceler sayılabilir.
Eko-anksiyete bir ‘bozukluk’ ya da bir hastalık değil. Hayır. Henüz değil. Ancak epey yaygın. 2021 yılında yayımlanan, 10 ülkeden 1.000 gencin katıldığı bir araştırmaya göre, eko-anksiyete özellikle gençler arasında yaygın. Araştırma bulgularına göre gençlerin yüzde 60’ı iklim kriziyle ilgili ciddi kaygı duyuyor, yüzde 45’ten fazlası günlük hayatlarının iklim krizinden etkilendiğini söylüyor, yüzde 75’i ise gelecek için endişeli ve yarısından fazlası insanlığın sonunun yaklaştığını düşünüyor.
Eko-anksiyetenin çaresizlik, mutsuzluk, keder, öfke gibi duyguları da beraberinde getirdiği biliniyor. Yaşanan iklim krizinin doğrudan insan üzerinde yarattığı fizyolojik sorunların yanı sıra üstümüzde taşıdığımız bu uzun süreli, duygusal etkiler sonucunda da panik atak ya da depresyon gibi farklı psikolojik sorunları beraberinde getirdiği söyleniyor.
Eko-anksiyete, çevre duyarlılığı olan her bireyde görülebilir. Ancak bazı gruplar yaşam koşulları, gelecek beklentileri gibi farklı sebeplerle eko-anksiyeteye daha yatkın. Kimler mi? Felaketlere doğrudan maruz kalmış ya da bundan ikinci düzeyde etkilenmiş kişiler, koşulları gereği yer değiştirmek durumunda kalmış (taşınmış, yaşam biçimini ve alışkanlıklarını değiştirmiş) kişiler, kuraklaşan bölgelerde yaşayanlar, çevre felaketlerinde sahada çalışanlar, halihazırda anksiyete bozukluğu veya majör depresif bozukluk yaşayan kişiler, düşük gelir sahibi gruplar, küçük çocuklar, ergenler ve yaşlı yetişkinler eko-anksiyeteye daha eğilimlidir.
Eko-anksiyeteyle nasıl başa çıkarız dersiniz?
Eko-anksiyete araştırmaları, günümüze kadar sınırlı olsa da bu yönde farkındalığın artmaya başladığını yapılan bilimsel araştırmaların bulgularında görüyoruz. Daha fazla kişi bu alanda hassasiyet göstererek çalışmaya başladı. Bu, eko-anksiyete düzeyini azaltarak bilinçli tüketim ve çevre dostu olmayı artıracaktır. Bunun yanı sıra eko-anksiyeteyi yönetmek için iklim krizi ve çevresel felaketlerle ilgili bilgi alınan haber kaynaklarının güvenilir olmasına özen göstermek, bilgi kirliliğinden olabildiğince kaçınmak, sosyal medyada çevre felaketi senaryoları paylaşan hesapları takipten çıkmak, yaşanan çevres el felaketler hakkında beliren düşünce ve duyguların farkında olmak, onlara alan açmak, iklim krizikonusunda benzer duygular hisseden kişilerle bağlantı kurmak, duygu ve düşünceleri paylaşmak, sosyal destek almak etkili olabilir.
Küresel ısınmanın gerçekliği noktasında insanlık olarak hala kafalarımız karışık. Yıkıcı hava olayları, seller ve yangınlar bile hayatımıza devam etmemize engel değil. Mesela yan tarafımızda orman yangını devam ederken biz sahilde denize giriyoruz. İnsanlığın bu davranışının altında hangi dinamikler yatıyor?
Küresel ısınmanın tehlike ve tehditleri sıklıkla tekrarlanıyor. Evet. Bir grup bunu ciddiye alarak önlem almaya çalışırken diğer bir grup olası olumsuz sonuçları fazlaca senaryolaştırıp eko-anksiyete geliştiriyor. Ama asıl bir grup var ki tehditleri hala ciddiye almıyor. Bu, bizi ‘Ateş düştüğü yeri yakarmış’ inancına daha da yaklaştırıyor. Greta Thunberg’in de dediği gibi, ‘Ev yanıyor ve bazıları evin yanmasını izliyor, hatta ateşe körükle gidenler bile var.’ İklim krizi ve eko-anksiyeteye ilişkin farkındalık kazandırmayı hedefleyen ‘Don’t Look Up’ (Yukarı Bakma) filmindeki gibi bir yanda bilim insanlarının yaklaşan tehlike karşısında ciddi korku yaşamaları diğer yanda hiçbir şey olmamış gibi kısa vadeli çıkarlarını düşünenlerin rahatlığı…
Orman yangınları, deprem ve sel felaketleri, kuraklık tehlikesi, biyoçeşitlilikteki kayıplar… Son dönemde tüm bu çevre felaketlerinin eskiye oranla ne kadar arttığının farkında mıyız? Eskiden sadece filmlerde gördüğümüz felaket senaryolarının bugün başrolünü oynuyoruz. Bu felaketlerden doğrudan etkilenen insanlarla ikinci düzeyde etkilenen kişiler arasında farklılık olduğu açık. Uzaktan izleyenler olarak birçoğumuz, üç-beş gün destek verip sonra unutuyor, yine doğayı kirletmeye, yine dönüştürülebilir atıkları yok etmeye devam ediyoruz. Yangın felaketleri devam ederken manzarasını kaybettiğine hayıflanan kişilerle karşılaşıyoruz mesela. Küresel ısınma ve çevresel sorunlara ilişkin tutumu etkileyen çokça faktör olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri uzaklık ve somutluk. Küresel ısınma ve çevresel sorunların uzağında olan ve doğa felaketine doğrudan maruz kalmayan kişiler, durumun gerçekliğini yeterince algılamıyor mesela. Yakın çevremizdeki acil ve somut/doğrudan sorunlar (deprem felaketinden doğrudan etkilenme, şehrimizdeki orman yangınları gibi) anında tepki vermemize neden olurken, bunu uzaktan izleyenler için tepkiler daha zayıf kalabiliyor.
Bir diğeri, kısa sürede günlük yaşam rutinlerine dönmek yani alışkanlıkları sürdürme olabilir. İnsanlar, alıştıkları ve yaşam tarzlarını değiştirmekte zorlanabilirler. Davranışı değiştirmek çaba gerektirir. Bilirsiniz, çaba (geçici de olsa) rahatsızlık gerektirir. Alışkanlıklarını değiştirme çabasına girmek istemeyenlerin çevre dostu davranışları benimsememeleri için gerekçeleri yoktur.
Anlık zevklerden vazgeçme ya da uzun vadeli düşün(eme)me ise bir diğer faktör. İnsanlar genellikle anlık zevkleri tercih etme eğilimindedir. Tatil yapmak veya enerji tüketen aktivitelerde bulunmak anlık mutluluk sağlayabilirken, uzun vadeli çevresel etkileri düşünmek daha az öncelikli olabilir.
Birçok insan bu konuda bireysel olarak bir yere varamayacağını düşünüyor. Siz buna katılıyor musunuz?
İnsan, doğanın ayrılamaz bir parçasıdır. Bu, karşılıklı bir denge. Doğa ve insan birbirleri içinde var olurken sürekli olarak da birbirlerini etkiler. Bu nedenle, birinde yaşanan bir değişim bir diğerini de dolaylı veya doğrudan mutlaka bir dönüşüme uğratır. Bana göre her birimizin değiştirebilme ve dönüştürebilme gücü var. ‘Herkes kendi kapısının önünü temizlerse dünya tertemiz olur’ inancını benimseyenlerdenim ben. Bir iken beş, beş iken yüz oluruz. Diğerlerinin ne yaptığı ya da yapmadığına odaklanmadan, kendi bildiğimiz biçimde doğayı korumalıyız. Bilmeliyiz ki insan eli dışında oluşan afetler, doğa olayları gibi görülse de insanın payı bu oluşumlarda çok büyük.
Sürdürülebilir davranışlarımızda da istikrarlı olmakta zorlanıyoruz. Sizce neden?
Her ne kadar ortak bir geçmişe, kültüre ve benzer yaşantılara sahip olsak da insanlar biriciktir. Farklı karakterlere ve istikrara sahibiz. Sürdürülebilir davranışların sürdürülebilir olmaması elbette bireysel farklılıklardan etkilenecek. Bunların temelinde psikolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel faktörler yatar. Bunun yanı sıra sürdürülebilirliğin sürdürülmesini etkileyen temel sebep, insan doğasında bulunan anlık haz arayışıdır. Bilirsiniz hepimiz hoşa giden duygulara tutunurken, hoşa gitmeyen durumlardan kaçınma eğilimindeyiz. Oysa sürdürülebilir davranışlar uzun vadeli sonuçları ve çabayı gerektirir. Hal böyle olunca anlık tatmin için uzun vadeli sürdürülebilirlik hedeflerinden kısa sürede vazgeçeriz. Öte yandan yaşam biçimi ve ruh hali de buna etken. Alışkanlıkları değiştirmek birçok kişi için zorlayıcı olabilir. Bir şeyin alışkanlığa dönüşmesi için istikrarlı bir biçimde tekrarlanması gerekir. Oysa anlık değişen ruh halleri ile işin kolayına kaçar, alışkanlığa dönüştüremeyiz. Çevreden fazlaca etkilendiğimiz de açık tabii. Eğer çevrenizde sürdürülebilir davranışlar popüler değilse veya çevrenizdeki insanlar bu konuda ilgisizse, siz her ne kadar konuya ilişkin hassasiyet gösterseniz de bir süre sonra rutine döner. Tabii sürdürülebilirliğe ilişkin bilgi eksikliği, ekonomik koşullar, bireysel çabanın yetersiz kalacağı gibi motivasyon düşürücü etkiler de var.
Sürdürülebilir bir yaşama adapte olabilmek için işe nereden başlamamız gerekiyor? Bu davranış şeklini nasıl geliştirebiliriz?
Ekoloji uzmanları gibi ben de sürdürülebilir bir yaşam için ilk adımın farkındalık olduğunu düşünüyorum. Bireysel çabalarımızın etkisinin göründüğünden çok daha kıymetli ve etkili olduğunu düşünüyorum. Bu farkındalık ile ailemizi, arkadaşlarımızı ve çevrenizi, çevre dostu davranışlar konusunda bilgilendirmek ve motive etmek için çaba gösterebiliriz. Biz çevre dostu davranışlar sergileyerek onlara örnek olabiliriz.
İşin bireyler dışında sosyal ve ekonomik boyutları da var. Yapacağımız hangi tercihler çevremizin de sürdürülebilirliğe katkı sağlamasını kolaylaştırır?
Büyük değişimler bir anda oluşmaz. İşe küçük adımlarla başlamak daha sürdürülebilir olmayı sağlayacaktır. Daha az su kullanmak, plastik kullanımını azaltmak günlük, basit ve ilk aşama hedeflerimiz olabilir. Alışkanlıklarda değişkenlik kısa vadede gerçekleşmese de niyet edip kararlılığımızı sürdürdüğümüzde bu alışkanlıklarımızın doğaya nasıl katkısı olacağını göreceğiz. Özel araçlardan ziyade toplu taşıma araçlarını kullanmak mesela. Ev atıklarından geri dönüşüm sağlamak, elektrik, su ve doğal gaza dair enerji tasarrufu yapmak iyi bir başlangıç olabilir. Popüler markalar yerine kaliteli ve uzunömürlü giysiler seçmek, tek kullanımlık ürünler yerine dayanıklı ürünleri benimsemek, et tüketimini azaltarak bitki temelli beslenmeye geçmek çevresel etkilerin azalmasına yardımcı olur. Tabii bunların yanı sıra daha fazla sebze, meyve, baklagil ve tahıl tüketimi de karbon ayak izimizi küçültebilir.
Peki küresel ısınmanın -görünen o ki- geri dönüşü mümkün görünmüyor. Kendimizi ve dünyamızı böyle belirsiz bir ortamda ayakta tutmak için tavsiyeleriniz nelerdir?
Küresel ısınmanın geri dönüşümü maalesef olmasa da bireysel, toplumsal ve uluslararası çabalarla ayakta kalmamız mümkün. Ben, her değişimin farkındalık ve eğitim ile başlayacağını düşünüyorum. İnsanları eğitim yoluyla bilinçlendirmek, onları enerji ve su tasarrufu, geri dönüşüm, daha çok üretim, daha az tüketim gibi sürdürülebilir yaşam biçimlerine özendirmek geleceğe olumlu katkı sağlayacaktır. Bitki temelli beslenme, temiz enerji kaynaklarına yönelme, daha az araç kullanımını, daha sık toplu taşıma kullanma, biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilmesi için orman alanlarında daha özenli olma, iklim krizinin neden olabileceği olumsuz etkilere karşı hazırlıklı olma, kriz durumlarında gerekli adımları bilmenin yanı sıra, belirsizlik ve endişe ortamında psikolojik dayanıklılığı artırmak için stres yönetimi, zihinsel sağlık uygulamaları ve destek gruplarından yararlanmak iyilik halimizi korur.
Gelecek nesilleri çok daha zorlu günlerin beklediğini varsayarsak çocuklarımıza nasıl yaklaşmalıyız? Onlara sürdürülebilirlik bilinci kazandırmanın yolları neler?
Çocuklar, bizim geleceğimiz. Onlarla atacağımız adımlarla daha bilinçli yeni nesiller ve daha sağlıklı bir toplum oluşturmamız mümkün. Bu doğrultuda, çocuklara iklim krizi ve çevre sorunlarına ilişkin bilgi verirken dikkatli ve hassas bir yaklaşım benimsemek öncelikle çok önemli. Yetişkinin hissi çocuğa geçeceği için sakin ama duyarlı sürdürülebilirlik bilinci kazandırmak önemli. Çocuklar, kullandığımız dil kadar davranışlarımızı da taklit eder. Bu doğrultuda, onlara iyi bir rol model olarak işe başlayabiliriz. Sürdürülebilirlik bilincini çocuğa aşılamak için konuyu karmaşıklaştırmadan, onların anlayabileceği bir dilde konuşmamız önemli. Olumsuzlukları vurgulamak yerine, çevre dostu davranışların ne kadar faydalı olduğunu ve neden önemli olduğunu anlatmalıyız.
Çocukların doğayı ve canlıları daha iyi anlamalarına yardımcı olmak için doğa gezileri, yaşına uygun çevre dostu kitaplar ve eğitici videolar, onların çevre konularına ilgi duymalarını sağlayabilir. Sürdürülebilir davranışları, basit ve somut örneklerle anlatarak, çocukların anlamalarını kolaylaştırabiliriz. Geri dönüşüm, su tasarrufu, enerji verimliliği gibi kavramları günlük yaşamda nasıl uygulayabileceklerini, bizim davranışlarınızdan da örnek alacakları şekilde göstermeliyiz. Kaygı oluşturmadan istikrarlı tutumlarla onların duygusal ihtiyaçlarına önem vermek, eğlenceli oyunlar, etkileşimli etkinlikler ve yaratıcı projelerle çevre konularını öğrenmelerini sağlamak etkili olur. Geleceğin liderleri olacakları için sürdürülebilirlik bilincini onlara aşılamak, hepimiz için daha sağlıklı bir dünya ve daha iyi bir gelecek sağlayacaktır.
İnsan psikolojik olarak da güçlü adaptasyon becerilerine sahip bir varlık. Sizce insanlık bu zorlu durumu kontrol altına alabilecek mi?
İnsanlık, tarih boyunca pek çok zorlu durumu aşma ve uyum sağlama yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamış bir varlık. Tabii küresel ölçekteki çevresel sorunlar, özellikle iklim krizi gibi büyük tehditler, daha öncekilerden farklı ve daha karmaşık olsa da üstesinden gelebileceğimizi düşünüyorum. Bunun için bize düşen, öncelikle farkındalık oluşturma ve sonra bilinçlendirme çabaları olmalı. Uluslararası toplulukların, hükümetlerin ve sivil toplumun çevre sorunlarına yönelik birlikte çalışması, çözüm yolları bulmamız açısından kritik öneme sahip.
Hep beraber el vermek, el ele vermek gerek!
Son olarak, her ne kadar büyük çevresel sorunlarla mücadele karmaşık ve zorlu olsa da insanlığın geçmişten bugüne pek çok zorluğun üstesinden gelmeyi başardığını biliyoruz. Birlikte hareket ederek, uzun vadeli stratejiler geliştirerek ve toplumsal düzeyde bilinçlendirmeyle bunun da üstesinden gelebiliriz.