MURAT SEVİNÇ
Yazıyı yazdırtan bir ‘dert’ olmalı, öyle değil mi? Yazarın, üzerinde kalem oynatmaya değdiğini düşünecek bir derdi bulunmalı. Ancak dert hep aynı olduğunda, ister istemez yazılıp çizilenler de ‘aynılaşıyor’ bir süre sonra. Türkiye’de ‘söz’ giderek daha da değersizleşiyor. Buna mukabil, yazmak da gerek.
İkisi de doğru. Ne yazık ki bu doğrulardan biri, diğerini, yani ‘gerekli’ yazma eylemini son derece güçleştiriyor. Çünkü sözün değerinin olması için, öncelikle akla değer veren bir kültür olması gerek.
Hangi birini yazalım?
Örneğin, Batı demokrasisinin ilkelerini tartışıp duruyoruz. Biz bunu yaparken, diğer tarafta yüzlerce insan bir gazete önüne gidip tekbir getirmekle meşgul. Hiç haberdar olmadığı yabancı bir dergide çıkan, hiç okumadığı yazı ve karikatürlere duyduğu nefret nedeniyle!
Örneğin biri, güçler ayrılığının değeri ve yargı bağımsızlığını üzerine kafa yorarken, diğeri hangi tarikattan kaç hakim savcı bulunduğunun çetelesini tutuyor.
Örneğin biri, Saray’ın gereksizliğini anlatıp görgüsüzlükten, mimariden vs. dem vururken, diğeri hiçbir fikri olmayan monarşilerin yüzyıllar önce yapılmış saraylarından örnek yetiştirmeye çalışıyor.
Tam bu esnada bir kadın milletvekili ise Cumhuriyet rejimini, doksan yıllık ‘reklam arası’ olarak tanımlıyor. O yıllar ve öncesi hakkında herhangi bir fikri olmadığı belli. Yani bir ‘birikim’ içinden yapılmış ‘yorum’ değil söz konusu olan. Belli ki derdi, muktedir her kimse, onun gözüne girmek. Seçimler yaklaşırken yapması gereken, Cumhuriyet’in AKP öncesini küçümsemek; o da bunu yapıyor işte.
Şimdi bu konuyu mu yazalım? Ya da hangi birini? Ve, neden? AKP’li kadın vekilin söyledikleri, üzerine yazmaya değer mi? Bir değil iki değil, aynı tipten milyonlarca var.
Sözün değersizleşmesi, bir konunun tartışılması için gerekli her ne varsa, aynı şekilde anlamsızlaşmasına neden oluyor. Örnek mi? Peki.
Örnek, yazının asıl konusu olsun: ‘Devlet Başkanı’nın Bakanlar Kurulu’na başkanlık edecek olması. Bakalım:
Türkiye 1909 yılından bugüne parlamenter sistemin temel ilkesini uyguluyor: Bakanların, meclise tek ve toplu sorumluluğu. Üzerinden 106 yıl geçti. 1924, 1961 ve 1982’de aynı sistem uygulandı.
Bakanların meclise değil, başkana sorumlu olduğu başkanlık sistemi ise 1970’lerde, ilk olarak Erbakan tarafından (Milli Görüş’te) gündeme getirildi. Özal, Demirel ve son olarak Erdoğan, hevesi sürdürdü.
Şezlong kafalıların büyük katkısıyla
Parlamenter sistemimizde büyük gedik, 2007’deki Anayasa değişikliğiyle açıldı: Halk tarafından seçim. Gediğin büyümemesi, 2014 cumhurbaşkanı seçiminde, konumunu bilme olasılığı bulunan birinin seçilmesine bağlıydı. Ne yazık ki olmadı.
İhsanoğlu’nu ve Demirtaş’ı beğenmeyip oy vermeyi ‘reddeden’ sandığa gitmeyen şezlong kafalıların büyük katkısıyla, Erdoğan seçildi. Bu, başkanlığa giden yolda ikinci büyük adım oldu.
Erdoğan, 19 Ocak 2015 Pazartesi günü (bugün) Bakanlar Kurulu’na başkanlık edince, üçüncü adım da atılmış olacak. Bunun adı artık ve apaçık bir hükümet sistemi değişikliği. Türkiye, 19 Ocak 2015 gününden itibaren adı konulmamış bir ‘yarı başkanlık’ sistemiyle yönetiliyor olacak.
Yeni Türkiye terminolojisiyle mekruhtur, mekruh!
Şöyle ki:
Parlamenter sistem İngiliz icadı ve ‘yürütme’ organı iki başlı: Devlet başkanı ile hükümet. Meclise karşı siyasi sorumluluk hükümette olduğu için, diğer baş devlet başkanı, ‘sembolik’ bir makam.
Mantığı çok basit: Sorumluluğu olmayanın, yetkisi de olmaz. Bu kadar. İngiltere’de kraliçe, Almanya’da cumhurbaşkanı, İspanya’da kral vb. sembolik makamlar. Bu nedenledir ki örneğin hiç kimse Alman cumhurbaşkanının adını hatırlamaz, herkes şansölyeyi (başbakan) bilir.
Hâl böyleyken, parlamenter sistemde yetkisiz/sorumsuz devlet başkanının hükümet işlerine karışması/müdahalesi, kabul edilemez. İsterseniz burada, Yeni Türkiye terminolojisi kullanalım ki iyice anlaşılsın: Mekruhtur, mekruh!
‘Yaklaşık olarak’ Fransa
Başkanlık sisteminde, yürütme organı tek başlı: başkan. Bakanlar, onun sekreteri konumunda. Yasama organının güvenine dayanmazlar. En demokratik (hatta tek!) uygulaması, ABD’dir.
Yarı başkanlık, iki arada kalan bir sistem. Fransız usulü! Her iki sistemin de nitelikleri bulunur. Buna mukabil, konumu ve yetkileri gereği cumhurbaşkanı güçlü. Diğer yanda, bakanlar kurulu da var. Bakanlar, hem meclise hem cumhurbaşkanına karşı sorumlu. Fransa’da 60 küsur yıldır uygulanıyor. 1962’deki halkoylamasıyla (Charles de Gaulle’ün marifeti) halk tarafından seçileceği kabul edilmiş cumhurbaşkanı, bu tarihten sonra daha güçlü.
İşte Türkiye’nin bugün varacağı nokta, ‘yaklaşık olarak’ Fransa. Anayasa’da yer alan ‘Partisiyle ilişiği kesilir’ hükmünü çıkarıp bir iki yetki daha verilince, yarı başkanlığa geçmiş olacağız. Gerçi bizimkine yetki vermeye gerek yok, kendisi istediği yetkiyi, gönlünce kullanıyor. Ne de olsa, ‘uzun’, ‘kumral’ ve ‘dik’ duruyor.
Türkiye’de bu üç niteliğe sahipseniz, Anayasa’yı, yasaları ve teamülleri ciddiye almanıza gerek yok; öyle anlaşılıyor. Anayasa’da ‘gerekli gördüğü hallerde’ başkanlık edeceği hükme bağlanmış ya, şimdi ‘kumral adam’ her ay ‘gerekli görecek’ ve bazı olağanüstü durumlar için yer verildiği açık bu yetki, olağanlaşacak. Her neyse, bu konu üzerine daha çok yazılacak belli ki…
Türkiye, Fransa değil
‘Türkiye’nin varacağı nokta burası’ diyoruz da, varılan ‘yer’ ve varacak olanın ‘kişiliği’ asıl belirleyiciler tabii. Türkiye’nin yaklaşık 100 yıllık geleneği terk ediliyor ve bambaşka sorun/çatışmaların önü açılıyor.
Buna mukabil Türkiye, Fransa değil. Hükümet sistemi benzediğinde, diğer ilke ve uygulamalar da benzemiyor ne yazık ki. Fransa ile Türkiye arasındaki fark, ‘Katiller Müslüman değil, Fransız’ diyen yurttaş François ile ‘Sünni vatandaşlarımız öldürüldü’ deyiveren yurttaş Recep’in yönetim anlayışları arasındaki fark. Varın, gerisini siz hesap edin.
Hastalıklı bir durum
Dönelim yazının başına. Şimdi bu satırları kaleme alınca ne oldu? Birileri sistem sorunlarını, o sistemlerin kendi terminolojisiyle tartışmayı mı talep edecek? Tabii ki hayır. Yazıyı beğenenler ‘paylaşacak.’ Kazara okuyan AKP’liler ise Yeni Türkiye’nin popüler ve içi boş zırva kavramlarıyla, sövecek. Çünkü konunun bir önemi yok aslında. Reis’leri parlamenter sistem yanlısı olsaydı, hep bir ağızdan parlamentarizmin nimetlerinden söz edeceklerdi. Üstelik yine, ne hakkında konuştuklarını bilmeden.
Olsun. Yine de inatla yazmakta yarar var sanırım. Ne hastalıklı bir durum…