GÜLBEN ÇAPAN / gulbencapan@diken.com.tr
@istanbulartsnob
Gerçeğin yapısı dilin yapısı üzerinden belirlenir. Wittgenstein “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler” der.
Wittgenstein’la yazıya havalı bir giriş yaptıktan sonra ve sınırlı dünyamızın sınırsız gerçeklerine dönmek gerekirse eğer, gazeteci olup da hiç sansürlenmemiş bir yazarın var olduğuna inanmıyorum. Varsa da kaydadeğer bir şey yazmadığındandır.
Bugüne kadar şu an okuduğunuz site dışında her yayında sansüre maruz kaldım. Bundan yaklaşık dört ya da beş yıl önceydi… Eşref Yıldırım’ın 1990’lar dönemindeki faili meçhul cinayetler, vicdani ret ve izi bulunamayan askerler üzerine Zilberman Galeri’de süren sergisiyle ilgili yazım hafızamda hala tazeliğini koruyor. Sergi her harfiyle gerçekti… Tarihten silinmesi beklenen gerçeklerle doluydu. O dönemde yazdığım yayında editörden “Görseller sayfada sıkıntı oluyor dolayısıyla haberi yayınlamama kararı aldık” diye bir yazı gelmişti…
İşte böyle yıllarca tekil ve toplumsal olarak yumuşak yumuşak sansürlendik. Kimi zaman gayet sert bir şekilde sansürlenen ve bedel ödemek zorunda bırakılan meslektaşlarımız da oldu, oluyor.
Bir sanat gazetecisi olarak, sanat ve sanatçılarla aynı hedefe odaklanıyor olsak da dilimizin farklılığı her daim aramızdaki uçurumun da göstergesi. Sanat sanki bir kripto dil, yani sanat yapıtı iktidarı eleştiriyor olsa da, o eleştiri görsel ve fikirsel bir formda olduğu sürece indirekt olarak algılanıyor. Çoğu zaman da o kripto dili bilmeyen bir toplumdaysanız kurtarılmış bir bölge ya da şifresi henüz çözümlenmemiş bir dil haline de gelebiliyor.
Halbuki bizim işimiz yazı dili. Kripto dili parçalıyoruz ve yine en başa dönmüş oluyoruz, yazıya. Bizi sansüre ve her türlü şiddete açık eden de bu dil değil mi?
Öktem Aykut Galeri’de tam da bu konuyu tarihsel açıdan inceleyen ve toplumsal hafıza üzerinden sorgulayan bir sergi hazırlamış Larissa Araz. Araz’ın sergisini gezdiğim gün ona aynı şeyi söyledim; üç işi de dilden beslenerek üretmişti. İşlerin ikisi mektup biri haber içerikliydi. Yani tamamı yazı ve dil üzerinden seyirciyle buluşuyordu. Kripto dile çevrilip sergileniyorlar. Müthiş fikirler.
En baştaki alıntıya dönmek gerekirse, dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarını pek tabii ve maalesef belirliyor. Bu sergi de bunu kanıtlıyor. İktidarın dili kimi zaman yumuşak kimi zaman da sert olabiliyor. Her ne olursa olsun, hiçbir zaman gerçek olmuyor.
New York Üniversitesi Medya, İletişim ve Kültür Bölümü’nde başladığı lisans öğrenimini Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü’nde tamamlayan sanatçı Larissa Araz, kimlik, tarih, anı veya aidiyete dair konular üzerine kişisel bir yaklaşımla video, ses, fotoğraf gibi medyumlar kullanarak üretim yapıyor. Bu yıl Arter Araştırma Programı’na dahil olan Araz, Türkiye’de ve yurt dışında çeşitli sanatçı programlarında ve grup sergilerinde yer aldı. Bundan önce haberini yaptığım Saha Studio projesinde ürettiği işi ‘Karanlıktan Başla Görmeye’ de Bilsart’ta sergilenmeye devam ediyor.
Bu yazı ise eşzamanlı olarak ve 28 Kasım’a dek Öktem Aykut Galeri’de sergilenen üç işten meydana gelen ‘Kelimeler Dilin Ucuna Varamadığında’ adlı sergi üzerine.
‘Kelimeler Dilin Ucuna Varamadığında’ Nikolay Alutin’in küratörlüğünde 2020 yılının ocak ayında Bern’de Dreiviertel Sanat Mekan’nında sergilendi. Daha sonra Öktem Aykut Galeri’nin davetiyle İstanbul’a taşındı.
“Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi güncel sosyal ve politik alanlarda özgürlükleri teşvik etmek için olduğu kadar zayıflatmak için de kullanılan bir sistem olan dile odaklanan, iktidar ve dil arasındaki ilişkiye özgü gerilimleri araştırdığım bir sergi” diyor galeri ortamında ilk kez kişisel sergi açan sanatçı Larissa Araz. “Neden ilk?” diye sorduğumdaysa, “Onu galerilere sormak lazım” diyor.
Larissa ile sergiyi birlikte geziyoruz, ben izliyorum o anlatıyor.
Hülya’dan Julia’ya yazılmış bir mektup
“Mekana girdiğinizde sizi ‘Sevgili Julia’ işi karşılıyor. ‘Sevgili Julia’ Hülya’dan Julia’ya yazılmış bir mektuptan yola çıkan bir iş. Bir ayrılık mektubu esasında. 60 yıldan fazla birbirini taşımak zorunda bırakılmış iki ismin sonunda birbiriyle, barışması değil belki ama, uzlaşmasını anlatan bir mektup. Aslında kurmaca bir mektup. Tek bir bedene hapsolmuş Türkçe olan ismin kimlik ismine attığı bir mektup.
İki isimlilik hem Türkiye’deki birçok azınlıkta hem de benim etrafımda ve ailemde sık rastlanan bir durum. Ayrımcılığa uğramamak için yaratılmış bir kapak aslında bu bahsi geçen ikinci isim. Bu mektup uzunca bir süre benimle kaldı.”
“Taa ki İmroz’a yani Gökçeada’ya gidene kadar. Gökçeada’nın göç, ölüm ve şiddet dolu hazin bir geçmişi var. 1922’deki mübadeleye tabi tutulmayan bu ada jeopolitik konumundan dolayı (Boğazlar’a giriş) 90’lara kadar askeri ada ilan ediliyor. Yanlış hatırlamıyorsam Özal’a kadar uzun yıllar askeri ada olarak kalıyor. Askeri ada olmasından sonra verimli arazilere el konuluyor, yerli halk ekonomik anlamda zorluk yaşamaya başlıyor, 60’larda açık cezaevi kuruluyor, daha sonrasında Kıbrıs savaşı döneminde anakarada ne yaşıyorsa pogrom, gasp, tecavüz aynısı İmroz’da da yaşanıyor. 1965 yılında çıkartılan kararla mahalle ve köy adları da Türkçeleştiriliyor. 1970 yılında ismi Gökçeada olarak değiştiriliyor ve diğer adı hafızalardan olmasa da tarihten siliniyor. Bu süreç içerisinde ada kendi nüfusunun yüzde 90’nını kaybediyor.
Ben de arkadaşlarımın daveti sayesinde Gökçeada ile tanıştım ve gittiğimde kendimin de yaşadığı bu ikililiğin çok açık bir şekilde adada varolduğunu gördüm. Uzun bir süre gidip geldim ve terk edilmiş köyleri gezdim.
İşin yerleştirmesinin bu ikililiği taşımasını istiyordum. O yüzden solda adanın sisler arasında feribottan çekilmiş bir fotoğrafını, bir temsiliyetini, sağ tarafınaysa o adayı oluşturan ve silüetini taklit eden küçük parçaları yerleştirmek istedim. Çünkü kimliğin hiçbir zaman tek bir temsiliyeti olamaz, bütünü oluşturan parçalardır. O fotoğrafların arasında da salınan iki kadını var etmek istedim. Aslında onlar beni bu adaya davet eden iki kız kardeşti. Benim için Hülya ve Julia da iki kız kardeş Gökçeada ve İmroz da.”
Mektup ile gazetenin işbirliği
“Mekanın tamamına sirayet eden ses ise ‘Umut Arşivi: Mektuplar’ adında bir iş. ‘Umut Arşivi: Mektuplar’ 2015 ile 2017 arasında içeriye alınan Cumhuriyet gazetesi yazarlarına getirilen mektup yasağı sonrasında gazete üzerinden yollanan kişisel mektupları içeren bir ses arşivi. Mektuplar hapishaneye iletilemediği için gazete üzerinden yollamayı tercih eden Cumhuriyet üzerinden 138 adet mektup gönderiliyor bu süreç içerisinde.
Beni en çok etkileyen şey aslında bu mektupların o kadar karanlık bir dönemde her daim umut taşıyor olmasıydı. Bir yandan da mektup kadar öznel bir iletişim aracının gazete kadar kamusal bir iletişim aracıyla işbirliği yapıp yeni bir metod hatta yeni bir araç oluşturmasıydı. Bir tür sansürü yenme metodu.
Bunu tersine çeviren bir diğer yapı da baktığınız zaman radyodur. Radyo da kamusal olanı öznel alana taşır, evinizde, odanızda, hatta kulağınızda duyabilirsiniz iletilenleri. Bu yüzden bu arşivi Kadıköy menşeili, bağımsız, aynı zamanda yakın arkadaşlarımın kurduğu, Radyo Modyan aracılığıyla bir internet radyosuna dönüştürdük. Sergi mekanında yer alan aygıt bir internet radyosu. Mekanda yer alan barkodu okuttuğunuz durumda internette dağılıma açılmış bu arşivi dinleyebiliyorsunuz. Ayrıca sergi süresi boyunca Radyo Modyan’dan da 10.00-13.00 arası dinleyebiliyorsunuz. Kayıtlar için de Radyo Modyan’a ek olarak Açık Radyo ile işbirliği yaptık. Açık Radyo’dan İlksen Mavituna Türkçe metinlerini okudu, İngilizcelerini ise Radyo Modyan’dan Christian Mu okudu.”
‘Boşver’, yani boş bırak
“Son iş ise ‘Boşver’ adında bir masa oyunu. Reina saldırısı sonrasında basının istikrarla fail için terörist yerine saldırgan kelimesini kullanması üzerine ortaya çıkan bir iş. O dönemde etrafımızda yaşananlardan ötürü bir sürü ölüm gerçekleşiyordu ve kimi ölümler şehit olarak anılırken, kimileri sadece ölüyordu. Kimileri ‘etkisiz hale’ getirilirken, kimileri ‘vefat’ ediyordu. Etrafımızdaki ölümlerin aldığı türlü şekil ve anlamlardan çıkan bir oyun. Oyunun amacı Reina saldırısından sonraki altı ay boyunca gazeteden toplanmış haberlerle dolu oyun kartlarında bıraktığım bu boşlukların TDK’dan alıntı bir sözcükle doldurulması. Ancak oyunu oynarken hem vicdanınızı temiz tutmanız hem de hapse girmemeniz gerekiyor. Oyunu yenebilmenizin tek bir yolu var, işin isminde olduğu gibi boşvermek yani boş bırakmak.”
‘Boşver’ oyununda gerçekte sansürlenen kim? Ben mi sen miyim? Gazeteci mi, gazete mi, özne mi?
Bu bir zincir değil mi? Okuyucu olarak benim sansürlenmem için önce gazetecinin, sonra gazetenin, sonra medyanın ve aslında kullandığın dilin terimlerinin sansürlenmesi, hatta çarpıtılması gerekiyor. Bu şekilde geniş bir algı yaratılabiliyor ve terimlerin anlamları zaman içerisinde değiştiriliyor. Zaten oyunu kazanabilmenin tek yolunun bir diğer anlamı oto-sansür değil mi?
İktidarı, sanat yani kripto dil üzerinden eleştirebiliyorsun, fakat bunu ben ve benim gibi gazeteciler yazı diline dökünce her türlü tehdite açık hale getirmiş oluyoruz. Yani sen ilk etapta yazı dilinden okuyup araştırıp sanat diline ‘görsel’e döküyorsun. Sonra ben bunu bozup yeniden yazıya dönüştürüyorum. Bir nevi ‘construct’ edileni ‘deconstruct’ etmiş oluyorum. Önce sen sonra ben.
Bu ‘deconstruct’ etme, yani yapıbozumcu halin sadece sanat işlerine değil etrafımızı saran bütün kurmaca inşaatlara bakarak devam ettirilmesinin elzem olduğunu düşünüyorum. Sanat sadece bir form aslında. Benim anlatımım kendini neredeyse oynanması imkansız bir oyun içerisinde veriyor. Oynandığı takdirde, gazete haberlerinin ve yazılırkenki kelime seçimlerinin belirli bir hegemonya tarafından kurgulandığını ve en önemlisi onu nasıl inşaa ettiğini birinci elden deneyimletiyor. Bence yapıbozum o anda başlıyor. ‘Boşver’ işi bir sözlükle ve oyun kartlarıyla oyuncuya içinde bulunduğumuz yapıyı inşaa etme eylemine çağırıyor. ‘Şehit olmak’ ile ‘etkisiz hale getirilmek’ arasındaki seçimi yaparken veya ‘saldırgan’ ile ‘terörist’ arasındaki seçimi yaparken aslında seçimi yapmanın eylemini oyuncuya, yani normalde gazetenin okuyucusuna bırakıyor. Seçimlerinin olduğunu anlamak bile yapıyı bozmanın ilk adımı. Gazeteci/yazar olarak senin eleştirelliğinin ve yapıbozumunun önemli olduğunu düşünüyorum. Benim işlerim günlük hayattan veya ihtilaflı tarihlerden çok beslenen işler, bu dönemlerin tanıklarından hem benim hem de senin bakışınla aslında iş farklı bir boyut kazanıyor.
Julia ve Hülya bana Bachmann’ı anımsattı. Ingeborg Bachmann’ın Malina’sını okudun mu?
Hayır, ama hemen bakacağım, neden sorduğunu merak ettim.
Julia ve Hülya’daki ikililik Larissa’da nerede? Biraz çocukluğundan, okul yıllarından ve hislerinden bahsedelim. Bir de ailende gazeteci varmı?
İstanbul’da doğdum büyüdüm. Ailemin bir tarafı Antakyalı diğer tarafı Mardinli. Çok kültürlü, çok mezhepli, çok dilli, bir yandan da dünyanın dört bir tarafına parçalanmış bir ailede büyüdüm. Beni en çok etkileyen şey de bu aile ziyaretleriydi. Her ziyaret kendi topraklarında aidiyetin sorgusu üstüne başka topraklardaki aidiyet sorgusunu düşündürürdü. Ailem iki taraftan da Kapalı Çarşı esnafı olmasına rağmen şimdilerde kuyumculuğu sadece dedem ve yengem sürdürüyor. Herkes başka işler yapmaya başladı. Kapalı Çarşı da pek eski halinde değil bana sorarsanız.
Julia ile Hülya’daki ikililik aslında hayatımda her yerde var. Her konuşmamda ismimi söylediğim ana kadar Hülya, ismimi söyledikten sonra Julia oluyorum. Hrant Dink Hafıza Mekanı’na gittiğimde Hrant Dink’in kuyumcu kartvizitinde ‘Fırat’ yazdığını görünce çok tanıdık bir hisle karşılaşmıştım. Adı Katif olan babama gidip söylediğimde ben de bazen Kadir’i kullanıyorum demişti bana.
Bu iki isimlilik sadece insanlara bağlı kalmıyor. İmroz’da olduğu gibi köylerin, kasabaların, şehirlerin çoğu gerçek adı bizden gizleniyor, değiştiriliyor, devşiriliyor. Mesela geçenlerde atölyemdeki doğalgazı açtırmak için servis çağırdım. Kapı çalındı. -Merhaba… – Merhaba… TC kimliğimi verdim işleme başlayabilmesi için. Kısa sohbet etmek istedi. -Yeni mi taşındınız?… -Eve… Derken üçüncü cümle: “Ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsunuz.” Buralı olduğumu anlatmaya çalışırken ısrarla “Anneniz mi yabancı” diye sordu. Ben de “Yok o da Türkiyeli” dedim. “O zaman niye isminiz Larissa” diye sormaya devam etti.
Bu soruları deşifre etmeye çalışmaktan artık yorulduğumu hissediyorum. Bir yandan ikinci sorunun hep annemle babamın yatak odasının sorgusu haline gelmesi bana trajikomik geliyor. Hep nedense anne yabancı sanılıyor(!) Her bu durumda kaldığımda kendime karşı inanılmaz bir yabancılaşma duyuyorum. Bir insandan öte bir unsura dönüşüyorum sanki. Muhtemelen bu tür sorguların korkusundan ötürü bana ailede konuşulan diğer diller aktarılmadı. Aktarım benim jenerasyonumla durdu. Ana dilim hep Türkçe oldu. Bunun sebebi ne benim ne de karşımda bana bu soruları soran kişi. Sebebi daha majör toplumsal bir durum.