Bugün gelinen noktada ortaya çıkan gerçek şu ki, başında Erdoğan’ın olduğu AKP iktidarının hiçbir zaman, Kürtlerin temel demokratik taleplerini karşılayarak Kürt sorununu çözmeye yönelik bir stratejisi olmadı; izlenen taktik, ‘çözüyormuş gibi yaparak’ Kürtlerin olabildiğince geniş kesimlerinin oylarını almak, seçim kazanmak oldu.
MİT’in İmralı’da hükümlü (rehin?) Abdullah Öcalan ile yürüttüğü, ‘ver başkanlığı – al özgürlüğü’ temelli olduğu anlaşılan pazarlık, Kürt siyasi hareketinin giderek barışçı ve demokratik bir çizgiyi benimseyen yasal partisi HDP’nin ‘Seni başkan yaptırmayacağız!’ demesiyle ve AKP’yi tek başına iktidardan düşürmesiyle suya düşünce, ‘çözüm süreci’ terk edildi; AKP iktidarı Kürt kimliğinin inkar edildiği onyılların söylemine geri döndü: “Kardeşim ne Kürt sorunu ya… Artık böyle bir şey yok. Neyin eksik senin? Başbakan çıkardın mı, bakan çıkardın mı, çıkardın. TSK’da var mısın, varsın. Ne istiyorsun, daha ne istiyorsun?”
Siyasi çözüm umudu yerini eski, askeri çözüm politikalarına bıraktı; Erdoğan, 17/25 Aralık sonrasında askerle geliştirdiği ittifakta bir adım daha ilerledi.
Gerçekçi olalım: Anayasa yurttaşların tümünü Türk saymaya son vermedikçe; Kürtçe anadilde eğitim yasallaşmadıkça; ülkenin bütün bölgelerine olduğu gibi Kürt çoğunluklu bölgeye de yerinden yönetim imkanı tanınmadıkça; tüm Kürtlere meşru, demokratik siyaset yolu açılmadıkça Kürt sorunu çözülemez; Türkiye’nin bütünlüğü güven altına alınamaz.
Karar vermek zorundayız: Amaç, Kürtlerin ülkeye gönülden bağlılığını kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü korumak mıdır? Yoksa, yeni Genelkurmay başkanının 30 Ağustos mesajında altını döne döne çizdiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ‘Türk devleti,’ Türkiye’yi bir ‘Türk yurdu’ olarak korumak mıdır? Türkiye Cumhuriyeti, her kimlikten bütün yurttaşlara mı, yoksa sadece Türklere mi ait olacaktır?