MURAT SEVİNÇ
Yazı, son cümlesi ile başlasın: 3 Şubat’ta, akademik özgürlüğün ciddiye alındığı bir ‘okul’ olan Mülkiye’nin öğretim üyesi R. Barış Ünlü, hâkim karşısına çıkacak. Sınav sorusu nedeniyle…
Türkiye’de herhangi bir konuda söze ‘akıl alır gibi değil’ diyerek başlamak artık anlamını yitirdi. Her şey apaçık oluyor ve aklımız o her şeyi gayet güzel alıyor. Çıta iyice yükseldi. Üç beş kişinin öldüğü bir kaza ya da katliam haberi dikkat dahi çekmiyor.
Sayı artınca da yalnızca bir iki gün gündemde kalıyor.
Sohbet ederken katledilenlerin sayısından söz etmek olağanlaştı. Ankara’da, Gar binası önünde yüzün üzerinde insanın paramparça edilişinin üzerinden üç ay kadar geçti. Henüz tedavisi devam eden yaralılar var. Konu dahi olamıyor. Suruç unutulalı çok oldu.
Güneydoğu’dan gelen ölüm haberleri sıradanlaştı. Anayasa’ya aykırı sokağa çıkma yasakları ön sayfa haberi dahi değil. Her Allah’ın günü onlarca insan hakkında akla zarar gerekçelerle soruşturma başlatılıyor… Ve şu koşullarda ‘başkanlık sistemi’ tartışılırken, siyasal partiler yeni ve tabii ki sonuçsuz kalmaya mahkûm bir anayasa uzlaşma komisyonu daha kurdu. Olup biten hakikaten berbat bir şaka gibi. Buna mukabil, şaka değil.
Memleketin halini şah iken şahbaz eyleyen işlerden biri de malum akademisyen imzaları. Ölçüsüz tepki ve hedef göstermeler sonucunda imzacıların yaşamlarının bir iki günde değişmesi; hem metnin içeriğinin konuşulmasını engelledi hem de şu anda o bölgede yaşananlar değil de akademisyenlerin durumu asıl konu haline geldi.
Bu arada Türkiye üniversitelerinin tamamına yakını, aslında üniversite filan olmadıklarını bir kez daha kanıtladı. Dünyanın her yerinden ve neredeyse adı sanı duyulmuş tüm kişi ve kurumlardan ses çıktı. Bizim üniversite yönetimleri hariç! Bizimkiler ifade özgürlüğü olmadan da bilim yapılabileceği kanısındalar…
Hâl böyleyken, benzeri her rejimde olduğu gibi entelektüel düşmanlığı yaygınlaştırılınca, basından akademiye dek her alanda ‘düşünebilen’ insanlarda öncelikle korku ve endişeyi hâkim kılmak mümkün olabiliyor.
İlaç prospektüsü okuyabilene ‘seçkin’ denilip aşağılanan bir rejimde, o seçkinliğe hiç bulaşmamış ve bulaşmaya niyeti olmayanlar, kimin hangi konuda ne düşünüp yazması gerektiğine karar verebileceklerine de iman ediyorlar.
Ne olacak sonunda dersiniz? Örneğin derslerde ne anlatacağımız ve hangi soruları soracağımız da merkezi olarak mı belirlenecek? Müftülüklerin camilere gönderdiği hutbeler gibi. Neden olmasın! Karşımızdaki ideoloji ve yönetim tarzının nihai hedefi bu değil mi?
Ders ve soru meselesine değinmemin özel bir nedeni var. Bizim Mülkiye’den tarihçi arkadaşımız, R. Barış Ünlü, 3 Şubat’ta yargıç karşısına çıkıyor.
Neden mi? Sınavda sorduğu soru nedeniyle!
Tabii soruyu ve dersi merak ettiniz. Anayasası’nda demokratik bir hukuk devleti olduğu hükme bağlanan Türkiye’de, 2016 yılında, bir akademisyen TMK ve TCK’den yargılanacak ne sormuş olabilir?
Sıkı durun: Konularından biri de Kürt sorunu olan derste (ders, Türkiye’de Siyasal Hayatı ve Kurumlar-I adını taşıyor), Öcalan’ın bazı yazılarıyla ilgili bir soru.
Tabii ben de ilk duyduğumda yadırgadım. Kürt sorununa ilişkin, neden Aborjinler ile ilgili değil de Öcalan’ın yıllar içinde değişen yazdıklarıyla ilgili bir soru sorulur, olacak iş mi! Üstelik barış süreci devam ederken, üstelik kimi TBMM üyeleri İmralı-Kandil arasında mekik dokurken, üstelik yöneticilerimiz her Allah’ın günü ‘Analar ağlamasın’ derken, üstelik Dolmabahçe’de verilecek pozların ısınma hareketleri yapılırken, üstelik akil insanlar yurt gezileri düzenliyorken, üstelik Ocalan’ın mesajı Diyarbakır’da milyon kişiye TBMM üyeleri tarafından okunurken…
Yazının başında da dedim ya, artık her şeyi alıyor aklımız. R. Barış Ünlü için, sınavda sorduğu soru nedeniyle ‘terör örgütü propagandası yapmak’ (TMK 7/2) ve ‘suçu ve suçluyu övmek’ (TCK 215/1) suçlamalarıyla soruşturma başlatılmıştı geçtiğimiz yıl. İddianamede, ‘soru’ ile ‘terör eylemleri’ arasındaki bağın nasıl kurulduğunu merak edebilirsiniz.
Hayranlık uyandırıcı bir biçimde, Barış Ünlü’nün sorusu ile o günlerde Cebeci Yerleşkesi’nde yaşanan öğrenci olayları arasında ilişki kurulmuş. Bu biçimde ‘bağ kurma’ eğilimi hukukla değil, olsa olsa Allah vergisi yetenekle açıklanabilir.
1980’lerin sonunda dersimize giren sosyoloji hocamızın, olay ve olgular arasındaki ilişkiye dair verdiği şu hoş örneği hatırlıyorum: “Çernobil’de nükleer kaza oldu. Bunun üzerine Karadeniz’deki çay üreticileri zor durumda kaldı. İthal çay kullanılmaya başlandı. Sabah ithal çay içen ve hiç beğenmeyen Temel, sinirlenip eşi Fatma’yı hırpaladı. Bu durumda Temel’in kadına uyguladığı şiddetin gerekçesi Çernobil midir?”
İşte bizdeki iddianameler, örnekteki mantığa benzer mucizevî çıkarımlar içerebiliyor.
En son örnek, hepinizin bildiği gibi Can Dündar ve Erdem Gül hakkında hazırlanan iddianame oldu. Bir gazeteci, casusluk ithamıyla karşı karşı karşıya ve delil olarak sunulanlar, gazete yazıları. Yanlış okumadınız: Gazete yazıları. Sonuç ne olur, Yüce Türk yargısı ne karar verir bilemem tabii ama dava sonunda Dündar ve Gül’ün tarihin en ‘enayi’ casusları olarak şöhret kazanması ihtimal dahilinde!
Şu ‘akademi’ meselesini bir kez daha hatırlatalım: Akademide çalışan ve kamu hizmeti sunan insanlar, AYM’nin de muhtelif kararlarında belirttiği gibi diğer devlet memurlarından farklı olarak çalışmalarında ‘bilimsel özgürlüğe’ gereksinim duyar.
Sınav soruları, akademik etkinliğin parçasıdır. Herkesin birbirine muhtaç olduğu bir ‘sadakat zincirine’ yaslanan YÖK düzeninde, üniversite binalarını ‘akademi’ haline getirmenin vazgeçilmez yöntemlerinden biri hiç kuşkusuz hocaların öğrencilerine farklı kapılar açıp onların kafalarını olabildiğince ‘karıştırmaktan’ geçer.
Bilimin başat amacı, kafa karışıklığıdır. Başka türlü, bir insanı ‘düşünmenin’ değerine ikna edemezsiniz ki bizleri kedi köpekten ayırt eden en önemli hasletimiz, düşünebiliyor olmamız. Vicdanımızı da düşünme yetimize borçluyuz. Ortalamanın her gün her yerde dillendirdiği vasat bilgilerin, ısıtılarak yeniden ve yeniden sunulması, düşünmeye değil sürüden kopmamaya hizmet eder.
Oysa ilerleme/gelişme dediğimiz, sürü mensubiyetinin değil sürü dışına çıkma çabasının sonucu. İfade/düşünce özgürlüğü gibi ilkeler, her şeyden önce ‘düşünebilmek’ açısından yaşamsaldır. Hava gibi, su gibi…
Özgürlüklerin sınırları ise dahil olunan hukuk sistemlerince çizilir. Siyasetçilerin ya da yargıçların ‘keyfine’ bırakılmaz. Anayasa’nın 27.maddesine göre, ‘herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.’ Akademik işlerin içeriğine, anayasa ve yasalar çerçevesinde, akademik kurullar ve akademisyenler karar verir.
Hani aslında dünya hakkında pek fikri olmayan adamlar tepeleri atınca ‘dünyanın neresinde böyle şey olur?’ sorusunu yöneltiyor ya; işte tüm demokratik sistemlerde bilim özgürdür. UNESCO’nun 1997 tarihli tavsiye kararı da, 2006 Lima Bildirgesi de, AİHM kararları da aynı gerçeğin altını çizer. Türkiye, uzay boşluğunda başıboş dolaşan bir meteor değil, ulusal ve uluslararası hukuk ile sözleşmeler ağı tarafından sarmalanmış bir devlettir.
Ezcümle, akademisyenlerin ders içeriklerine devleti yönetenler ve yargı organları değil, akademik kurullar ve akademisyenler karar verir.
Son günlerde genel olarak akademi ve özelde Mülkiye, akademi dışından hedef alınıyor. Gazeteciliği amaçlamadıkları her hallerinden belli olan ve yalan haber yapıp nefret saçmadan duramayan bazı paçavralar, hocaları manşet yapıyor, iftiralarla hedef gösteriyor. Kimi hocayı metni imzaladığı için, kimini sınavında sorduğu soru ya da derslerde anlattıkları nedeniyle. Tam da muteber bir yurttaşımızın ‘akademisyen kanıyla duş almak istediğini’ dillendirdiği ve yöneticilerden tek bir tepki ile karşılaşmadığı dönemde. İşte Barış Ünlü hakkında açıklan bu ‘garip’ dava da, olup bitenin parçası.
Her şeyi görüyor ve anlıyoruz kuşkusuz. Ne yapılmak istendiğini, sınavlar ardından sınav sorularını tetikçi gazetelere yetiştiren ‘muhbirlerin’ dertlerinin ne olduğunu, açılan soruşturma ve davaların gerekçelerini vs. Her şey açık ve herkesin gözü önünde olup bitiyor…
Okuduğunuz türden yazıları, ‘yakışmıyor’ ya da ‘yazık oluyor’ vb. gibi ifadelerle bitirmek adettendir. Oysa doğrusu bu akademi devlete, devlet bu akademiye pek yaraşıyor bana kalırsa. Tencere tava meselesi. Sorun şu ki, bir de ‘akademik azınlık’ var. İşte olan bu azınlığa oluyor. Yorulup yıpranıyor insanlar. Özgürlük, bilim, kurumsal özerklik gibi ‘virüsler,’ ‘akademik çoğunluk’ için hiçbir şey ifade etmiyor zira. Hatta ellerine fırsat geçse azınlıktaki meslektaşlarını bir kaşık suda boğarlar.
Gerçek bu ne yazık ki…
3 Şubat Çarşamba günü, akademik özgürlüğün ciddiye alındığı bir ‘okul’ olan ve özellikle son aylarda bir sahtekâr sürüsü tarafından mütemadiyen hedef gösterilen Mülkiye’nin öğretim üyesi R. Barış Ünlü, hâkim karşısına çıkacak. Sınav sorusu nedeniyle…
Not: Muhbirlik üzerine Tanıl Bora’nın şu yazısını hararetle öneririm: İhbar Celbi