BİLGEHAN UÇAK
Döne döne baharın gelişini anlatmak istiyorum.
Hiçbir şey kalmasın kuytuda, saatlerce çiçekleri yazayım, adını bilmediğim arsız, inatçı, rengârenk kır çiçeklerini.
Bir heves alınıp sokağa terk edilen zavallı köpekleri, kostaklanan kargaları, amaçsız martıları, hamile kedileri, erguvanları, bir türlü meyve vermeyen yan bahçedeki yenidünya ağacını, dalga seslerini, yosun kokularını, nisan yağmurlarını…
Yazının başlığı da vardı aklımda, “Gülümseyin” diye atacaktım, silahlanın demek kadar güçlü bence, gülümseyin, her ne olursa olsun, gene de, inatla, enseyi karartmadan…
Gülümseyin.
Böyle balo salonları yazayım, valsler, kadınlar, müzik, orkestra.
Vronski, Anna’nın önünde diz çöksün.
Yazının cümleleri hortumu bekleyen kuru yapraklar gibi dönenmeye başlamıştı aklımda.
Eve gider gitmez pazar yazısını yazacaktım.
Derken, ansızın karşıma o ‘suç makinesi’ çıktı.
Üstelik tek başına değil, kızıyla oğlunu da almış yanına, üstünde hırpani bir kahverengi mont, maskenin saklayamadığı sakalları ve kocaman gülümsemesiyle.
Böyle anlarda ne yapacağınızı bilemiyorsunuz, en azından ben bilemedim, şaşaladım, demek istediklerim, aklımdan geçenler, zar zor, kesik kesik söyleyebildiklerim.
Her şey bir girdaba tutulmuştu.
Ahmet Altan’la en son Florance Nightingale’in cafesinde çay içmiştik, sabaha karşı, lanet duruşma günlerinin birinde.
Aslında çok şey söylemek istiyorum, “Durdurun dünyayı anlatacaklarım var” diye bağırmak, bir süre sadece konuşmak, konuşmak, rahatlayana dek.
Oysa dudaklarımdan üç basit kelime çıkıyor.
“İyiyim, siz nasılsınız?”
Meğer onlar da erguvanları görmeye çıkmışlar, kuş seslerini dinlemeye, çiçeklere, insanlara, hayata bakmaya…
Hayıflanıyorum, keşke bir gömlek giyseydim üstüme, hadi kravat belki çok olurdu ama olsa da iyi olurdu hani…
Belki okuduğu şövalye romanlarının sanrısında hâlâ, gülüyor, hiç sızlanmıyor, asla şikâyet etmiyor.
Ve, biz yürüyoruz.
İnsanlar geçiyor yanımızdan, onlarca yüzlerce insan, hiçbiri farkında değil, kulaklarında kulaklıklar gözlerinde siyah camlı gözlükler.
Tabiat uyanıyor, onlar yanından geçip gidiyor.
Gençlere taş çıkarma iddiasında ihtiyarlar koşarak geçiyor bizi.
“Yosun kokusunun koklayabilmenin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu biliyor musunuz?”
“Bırak şu yosun kokularını da sen beni dinle” demek istiyorum ama demiyorum, tabana kuvvet, yürüyor, yürüyorum.
Bazen tuhaf sorular soruyor, sanki bin yıldır buralara gelmiyormuş gibi, benim içim kıpır kıpır, sürekli konuşuyorum ama başka şeyler de söylemek istiyorum.
Ama öyle bir an ki bu, söylemek istediklerimi söylesem olmaz.
Bir şey söylemeliyim, ama bu yalakalık gibi algılanmamalı diyorum, beceremiyorum, bulamıyorum o cümleyi.
Yarım saat önce herkese “Gülümseyin” diyecekken, bu kez kendimi sürekli gülümserken ama o cümleyi bir türlü kuramazken buluyorum.
“Sizi çok özledik!” desem, aradan dört sene geçmiş, sanki ben lütfetmişim gibi olacak.
Demesem, hadi yalan değil belki ama doğruyu söylememiş olacağım.
Gel de çık işin içinden.
“Çevirmen Ahmet Altan” diye bir makale yazmakta olduğumu, daha evvelsi gün sahaftan Aşk Çiftliği’ni, Yalnızlar Kumsalı’nı ve Ovadaki Ateşler’i aldığımı, Vatanseverler’i zaten okuduğumu, bu yaz Horace McCoy’un Gazetecinin Ölümü kitabını yeniden okumaya başladığımı ama bunun Kefenin Cebi Yok’la aynı olduğunu fark ettiğimi…
Orijinal adı No Pocket in a Shround olan kitabın çevirisine kimin Gazetecinin Ölümü adını koyduğunu, bu çevirinin neden eksik olduğunu…
Ya da mesela Nizam’ın Anya’yı üçüncü görüşünde, piyano başında, Anya’nın ne giydiğini bize neden söylemediğini…
Dünyayı Bir Daha Göremeyeceğim’in Almancasını Nürnberg’de bir kitapçıda bulup aldığımı ama Almanca bilmediğim için okuyamadığımı…
Hayat Hanım’ı…
Hayat Hanım’ın elyazmalarını…
“Dümdüz yürüyebilmek ilginç geliyor insana,” diyor ben bunları düşünürken, “gidiyorsun ve dönmüyorsun.”
Gel de sor kolaysa.
Romanlar, aşklar, hikâyeler, siyaset, şiir, basın, yeni yazılar, yaşam, bahar…
Aslında bana bağlı bir savcı olsa ve aldırıp evinden bir on gün de ben esir alsam…
Bunlar geçiyor aklımdan, erguvanlar görüyorum sonra, hikâyeler anlatıyor, gülüyor.
Hapiste Sanem’le çektirdiği fotoğrafı gördüğümde hissettiklerimden, yükseklisans yaparken tuttuğum günlükten, oradan buradan konuşmak, sürekli konuşmak istiyorum.
Caddebostan’a yaklaşıyoruz artık.
Ansızın bir şey olsa ve yol yürüdükçe bizi geriye götürse diye geçiriyorum içimden.
Bazı şeyleri söylemek için çok az zamanım kaldığını hissediyorum.
Derken, ansızın bir ‘pusula’ kelimesi çıkıyor ağzımdan, insanlar yönetmen koltukları atmışlar yeşilliklere, denizi ve ufkun yükseldikçe açılan mavisini izliyorlar.
Ben hepsinin yerine konuşmak istiyorum.
Caddebostan plajında kimseler yok, oysa ekim sonunda denize girenler vardı, bunları anlatıyorum.
Köşkleri görüyorum, önce köşe başında, sonra bir-iki, sonrası Caddebostan, artık dönüş zamanı.
Beynim “Bırak bunları da gel bir sarılalım,” komutunu söylememi emrediyor, “Bir de fotoğraf çektir!”
Giyotinin etrafında tezahürat yapan halk gibi çıldırmış içim, hepsi komutun yerine getirilmesini istiyor.
Sonra, hiçbir şey söylemiyorum.
Basit bir veda cümlesi.
Küçük bir mucizeden geriye somut hiçbir şey kalmasın.
Döne döne baharın gelişini anlatmak istiyorum.
Saatlerce çiçekleri yazayım, adını bilmediğim arsız, inatçı, rengârenk kır çiçeklerini.
Bir heves alınıp sokağa terk edilen zavallı köpekleri, kostaklanan kargaları, amaçsız martıları, hamile kedileri, erguvanları, bir türlü meyve vermeyen yan bahçedeki yenidünya ağacını, dalga seslerini, yosun kokularını, nisan yağmurlarını…
Bir de parmaklıktan deniz yaratan romancıyı.