
CAN SEMERCİOĞLU
can.semercioglu@gmail.com
@cansemercioglu
Görselliğin hayatımızdaki payı giderek büyüyor. Elimizde cep telefonları ya da biraz daha çaba göstermek isteyenler için farklı sınıflardan fotoğraf makineleri, her şeyi fotoğraflayıp ya da videolayıp göstermeye çalışıyoruz. Görsellik gözümüzün kendi doğallığı içindeki bir hakikat iken, zamanla nesneleştirilen bir icat haline geldi. Ve şimdi buharlaşma yolunda.
Öyle ki, görselliğin hakikatini ondan çıkarıp yerine bazı kriterler koyuyoruz. Mesela cep telefonumuzla çektiğimiz bir fotoğrafın iyi olup olmadığının bir ölçütü var: Instagramlanabilirlik. Fotoğraf kendi görsel metrikleri çerçevesinde bir değer içerse de ‘like’ butonlarını alevlendirmediği sürece bu değerden yoksun kalıyor.

Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un Yapı Kredi Kültür Sanat’taki ‘Balkon’ sergisi kapsamında çıkan ‘Balkon’ kitabını gördüğümde de düşündüğüm bu oldu. Acaba Orhan Pamuk çektiği fotoğrafları fiziksel bir mekânda sergilemeseydi de Instagram’a koysa yeterince ‘like’ alır mıydı?
Pamuk’un fotoğraflarının bir hikayesi var. Bir bozacının öyküsünü anlattığı, ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanını yazdığı dönemi de kapsayan, Aralık 2012 ve Nisan 2013 tarihlerinde İstanbul’daki evinin balkonundan çekmiş fotoğraflarını. Fotoğraflar aslında Pamuk’un İstanbul sevgisini yansıttığı manzaralar, alıştığımız türden mekanlar ve manzaralar, manzaradan parçalar. Bu dönemde neredeyse her gün çektiği, toplam 8 bin 500 fotoğraftan 600’ü seçilmiş ve Gerard Steidl’in küratörlüğünde bir araya getirilmiş.
Kitapta yer alan fotoğrafların bütününe bakınca insanın aklına ister istemez iPhone’lardaki film rulosu geliyor. Bir hevesle gözümüzün gördüğü ama iPhone’umuzun kamerasının görmemekte ısrar ettiği bir manzarayı defalarca, en kusursuz şekilde fotoğraflamaya çalışıp da başarısız oluşumuz film rulomuzda nasıl bir ‘pattern’ oluşturuyorsa, Pamuk’un evinin balkonundan çektiği İstanbul manzaraları da bu ‘pattern’ı hatırlatıyor, ona dair bir his uyandırıyor içimizde.

Elbette birbirlerine çokça benzeyen ve tekrar eden kareler arasındaki nüansların ‘Orhan Pamuk fotoğrafçılığı’nın bir nirengi noktası olduğu iddia edilebilir. Bu nüansların gizlediği, örttüğü ve okurun keşfedebileceği şeyin ne olduğunu tanımlamak, en azından izleyici tarafından pek mümkün gözükmüyor.
John Berger, “Diğer tüm görsel imgelerin aksine, fotoğraf öznenin tercümesi, taklidi ya da yorumu değil, özneye dair bir izdir. Resim yahut çizim ne kadar doğalcı olursa olsun fotoğraf kadar öznesine ait değildir” der. Yani fotoğrafı imleyen şey aslında onun öznelliğidir.
Pamuk’un fotoğraflarındaki manzara, yüzlerce fotoğraf arasındaki nüanslar, kadrajlar, öznel gözün bakış açıları da aslında yazarın/fotoğrafçının kendi benliğine dair bir şeyleri gizliyor. Aynı zamanda da açığa vurmak istiyor. Hatırlayalım, fotoğraflar tek bir balkondan, tek bir merkezden çekilmiş. Yazar bunu da ‘Balkon’un önsözünde açıkça söylüyor: “Bu manzarada benim ruhsal durumumu yansıtan ve tarifi zor derin duygularımı gözler önüne seren bir şeyler var.”

Aynı yazar bundan yaklaşık 10 yıl önce de “Hep yalnız bir yazardım” diyordu. Kimseye yaranamayan, imza günleri ve söyleşileri vs. bir kenara bırakacak olursak, vapur yolculuğunda dahi yalnız kalmış bir yazardan söz ediyoruz. Bunun romanlarına yansımış olduğu da aşikâr. Yani yalnızlığın içgörü biçimde dışavurumu Pamuk için bir yineleme zorlantısı haline gelmiş. Muhtemelen bunu bilinçli yaptığını biliyordur ama yine de bilinçdışı ona yalnızlığını bir şekilde dışarı sızdırıyordur.
Dolayısıyla Pamuk’un sergisini/kitabını tek bir noktadan dışa bakışın yazarın benliğine dair bir içgörüye dönüştüğü bir fotoğraflar silsilesi olarak kurgulayabiliriz. Yazar tabii ki eserlerini kendine münhasır şu cümlelerle anlatıyor: “Özellikle ocak-şubat aylarında İstanbul’un üzerinde biriken ve hızla yer değiştiren bulut kümeleri ile kubbeler arasında bir belirip bir yok olan ışık huzmeleri, bu geçicilik ve güzellik duygusunu kafamda birleştiriyordu. Geçici olması bu güzelliğe karşı bana ayrıca bir sorumluluk yüklüyor, rastlantısal güzellik yok olmadan önce onu yakalamak için acele etmem gerekiyordu.”
Geçicilik, güzellik, sorumluluk ve yakalamak… Pamuk’un ‘Balkon’unun bize verdiği şey bu. Aynı zamanda bize verebileceği yegâne şey de bu. Çünkü yazar başka fotoğraflarla da aktarabileceği duygunun bundan bir gram farklı olmayacağını da söylüyor: “Başka 568 fotoğrafla, 2012 kışını tekrar anlatabilirim ve o fotoğraf kitabının yapacağı toplam etki ve bakanda uyandıracağı duygu da kitaptakinden hiç de farklı olmazdı.”
Kısacası Pamuk’un fotoğrafları ancak ve ancak kendisinin yalnızlığını anlatıyor olabilir. Muhtemelen diğer hiçbir ihtimal yazarın bilinçdışında yer almıyor. Nişantaşı’ndan gözüken İstanbul’daki fotoğraf tekrarları, yineleme zorlantısının fışkırdığı kareler bize yazarın zamanı yakalama, hatta durdurma arzusunu yansıtıyor. Bakış açısının, öznelliğinin, benliğinin yüzlerce, binlerce kareye hapsedilmesi ve sonsuza kadar muhafaza edilmesi arzusu.

Aynı arzuyu hepimiz iPhone’larımızda çektiğimiz fotoğraflarda içten içe duymuyor muyuz? Bunu Pamuk gibi ‘hikayesi olan’ bir noktadan yapmıyoruz belki ama onlarca selfie çekip birini Instagram’a atıyoruz. Telefondaki film rulomuz birbirine benzeyen ama nüanslarla ayrışan fotoğraflarla dolu. Her nüans biraz biz, biraz da göstermek istediğimiz haliyle kendimiz. Pamuk’un ‘Balkon’undaki gözünün gördüğü de aslında biraz biziz.