Okura not:
Günün 11’i, Türkiye medyasındaki görüş ve yorum çeşitliliğini yansıtmak amacıyla hazırlanmaktadır. Aşağıda özetini bulacağınız yazıya yer vermemiz, içeriğini onayladığımız ve/veya desteklediğimiz anlamına gelmez.
Gitti mi bizim çektiğimiz iki senenin çilesi boşa. Gitti mi bizim vergiler boşa. Dört defa ödenen ÖTV, onca salınan vergi ve boşa atılan rezervler… Şimşek’in devir aldığı rakam, faiz düşüşü değil resmen yükseliş eğiliminde. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) politika faizini 350 baz puan artırarak yüzde 46 seviyesine çekmesi, ekonomi yönetiminin enflasyonla mücadele konusunda kararlılığını ortaya koyan son derece sert bir adımdır. Ancak bu hamle sadece bir parasal sıkılaşma uygulaması değil, aynı zamanda ekonomide bir fren etkisi, hatta yapısal kırılmaların habercisi olabilir.
Merkez Bankası’nın gerekçesi net: Yüksek enflasyon ortamında talebi baskılamak, fiyatlar genel düzeyini dengelemek ve kur üzerindeki baskıyı azaltmak. Bu yönüyle bakıldığında faiz artışı, klasik iktisat kurallarına uygun bir anti-enflasyonist politika adımıdır. Ancak Türkiye gibi üretim yapısı ithalata dayalı, iç tasarruf oranı düşük ve döviz bağımlılığı yüksek bir ülkede bu tür adımların etkileri çok daha geniş yankı bulur.
Yüksek faiz ortamı, kamu borçlanma maliyetlerini artırarak bütçeye daha büyük yük bindiriyor. Faiz giderleri 2025 yılının ilk çeyreğinde zaten yüzde 85 artış göstermişken, bu faiz seviyeleri kamu maliyesinde sürdürülemez bir tabloyu beraberinde getirebilir. Sonuç: Faiz artışı tedavi değil, semptom yönetimi. 350 baz puanlık faiz artışı, kısa vadede kur ve enflasyon üzerindeki baskıyı hafifletebilir. Ancak bu politika yapısal reformlarla desteklenmedikçe, sadece semptomları bastıran geçici bir çözüm olmaktan öteye gidemez. Türkiye ekonomisi yüksek faizle yaşamaya değil, düşük enflasyon ve üretken ekonomiyle istikrar kazanmaya ihtiyaç duymaktadır.