MURAT SEVİNÇ
Bugün seçim kanunu değişikliği önerisi hakkında yazacaktım. Vazgeçtim. Bütün olarak bakıldığında, “Biz kalmak niyetindeyiz ama bir de girmek zorunda olduğumuz seçim var işte,” şeklinde özetlenebilecek ‘ittifak değişikliğini’ sonraya bırakıp bugünkü yazıda, çokça işittiğim/işittiğimiz bir ‘eleştiri’ ya da belki daha doğru ifadeyle ‘kaygı’ üzerine üç beş satır söylemek isterim.
Kişisel olarak yakın çevremden ya da eş dosttan en sık karşılaştığım ‘kaygı içeren tepkiyi,’ şu şekilde özetleyebilirim: “Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun farkındayız. Evet, her şey sarpa sarmış durumda ve tel tel dökülüyoruz. İyi hoş da ne yapalım, sıradan yurttaş ne yapsın? Farkında olmak işe yaramıyor ki.”
Doğru. Yurttaşın yerel yönetime beş, ülke yönetimine dört yılda bir katılabildiği ve katılımın, önüne bırakılan sandığa, aslında tanımadığı insanlara destek vermek için oy atmak biçiminde olduğu ve sonrasında o oyun selametinden dahi emin olunamadığı bir sistemde, böyle düşünmek için çok haklı gerekçeleri(n)miz var. Son seçimden sonra konuşma yapan dış politika dehası Ahmet Davutoğlu’nun “2019’da görüşürüz” deyişini hatırlıyor musunuz? İşte ‘Türk tipi üniter sistem’ tam olarak budur. Aslında ne can sıkıcı/yakıcı bir temenni değil mi? “2019’da görüşürüz.” Muhterem yurttaşın, yüce milli iradenin sistem içindeki yeri ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. 2019’da ne diyecekler? “2023’te görüşürüz.”
Peki bu ne demek? Yurttaşın yönetime farklı kanallarla ve her düzeyde katılımını amaçlamayan bir yapı kurulamadığı sürece, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, Davutoğlu’nun ‘içten temennisinden’ ibarettir. ‘Böyle bir idari yapılanma akılcı, insani, demokratik ve medeni değildir,’ diyen kim var kim yok hepsine ‘bölücü’ sıfatını uygun gören zırcahil, Batı demokrasilerinde olup bitenlerden ve tartışılanlardan habersiz aklı evveller, yalnızca halihazırdakinin değil, tüm ceberut yönetimlerin zımni destekçisi konumundadır. Siz, dört beş yılda bir başvurulan ve tanımadığına oy vermek zorunda bırakılan etkisiz bir yurttaş, oy deposunun birer ferdisiniz, hepsi bu.
Yurttaşın yurttaş olamadığı bu ‘kuruluşta,’ yurttaş olmayan yurttaş, aslında seçim olmayan seçimde oy vermek dışında ne yapsın? (Seçimin neden seçim olmadığını sonraki yazılarda anlatmaya çalışacağım.)
Yalnızca hayli çocuksu iki öneri olsun, şimdilik. Yok hayır, hiç öyle milli meşrebimize uygun olmayan ‘sivil itaatsizlik’ biçimleri önerecek değilim. Bu fazla Batılı bir yöntem, şu aralar bizde gerçekleştirilebileceğini zannetmiyorum. Allah’a şükür ne Batılıyız ne siviliz.
İlk çocuksu öneri: ‘Neden?’ sorusunu yöneltebilirsiniz? Her gün duyduğunuz iddiaları sorgulayabilirsiniz? Fazlaca çaba gerektiren bir bilgilenme ve öğrenme sürecinden söz etmiyorum. Yalnızca ama yalnızca tek bir soru yöneltebilirsiniz. Neden?
Diyelim ki bir hukukçuyla karşılaştınız. Her kelimesi bir mücevher, konuşurken büyüleyen, kullandığı Arapça ve Farsça kökenli kavramlarla, eski Türkçe ifadelerle insanın aklını başından alan bir hukukçu olsun. Ona, ‘Demirtaş neden tutuklu?’ deyiverin. Bu kadar, başka bir şeye ihtiyacınız yok. Eğer size ‘Tutuksuz yargılanmalı’ derse, ‘Neden bu düşünceni dile getirmiyorsun?’ sorusunu ekleyin.
Ya da diyelim hukukçu olmayan ama CNN Türk stüdyosunda temel hukuk eğitimi almış ve hakimlik sınavına girmeye hak kazanmış sayılan ortalama bir yurttaş, bir Kürt siyasetçiye ya da bir başkasına (mesela oy veren altı milyon seçmene) ‘vatan haini’ dediğinde, ‘Neden?’ diyebilir ve ‘Suçlamanın ne olduğunu biliyor musun?’ ve ‘İddianameyi okudun mu?’ sorgulamasıyla devam edebilirsiniz. Demirtaş en popüler örnek olduğu için veriyorum. Yüzlerce vaka var. Ahmet Şık var? Neden içeride? Ahmet Şık nasıl FETÖ’cü olabilir? Deniz Yücel neden bir yıl tutuldu? Neden serbest kaldı? Büyükada’da tutuklanan hak savunucuları neden tutuklandı, neden serbest kaldı? Ne yapılmış oldu?
Bakın, ne kadar basit bir yöntem. Hiçbir şey yapamıyorsanız dahi, hiç olmazsa ‘Neden?’ Hem kendinize, hem karşınızdakine. Bu satırları okuduğunuzda sinirlenmek yerine, ‘Neden bu insanlar tutuklu, hangi hukuksal gerekçeyle?’ sorusunu kendinize hiç yöneltmediğinizi, yanıtını bilmediğinizi fark edebilirsiniz. Sıkıcı ezberlerinizle yaşamaktan, arada bir de olsa vazgeçebilirsiniz.
Sözün kısası, hiç olmazsa ‘farkına’ varabilirsiniz. Az şey değildir farkına varmak. Siz farkına varmadan, kafanızı karıştırmadan ve sizler rahatsız olmadan, herhangi bir şeyin değişeceği yok. Evet, hiçbir şey yapamıyorsanız dahi, en korunaklı alanlarınızda, tanıdıklarınıza ‘Neden?’, ‘Biliyor musun?’ sorularını yöneltip uyarabilirsiniz.
Türkiye’de yüzbinlerce yurttaş, muhalif şu ya da bu ölçüde mağdur. Ve Türkiye’de milyonlarca muhalif, hiçbir mağduriyet yaşamadı, yaşamıyor. Yalnızca sinirleri bozuk. Canları sıkılıyor. Buna mukabil günlük yaşamları ve yıllık planlarında hiçbir değişiklik olmuyor. İşte bu insanların, ‘Canım ne yapabiliriz?’ sorularına, ‘Hiç olmazsa gerçekte ne olduğunu merak edebilirsiniz?’ denilebilir.
Hadi, ilgisiz yorumlar yapmadan şu soruya dürüstçe yanıt verin, sevgili siniri bozuk eğitimli orta tabaka mensupları: “Çok gıcık olduğunuz Kürt siyasetçilerinin herhangi birinin hangi suçlama ve hangi iddianameyle yargılandığını biliyor musunuz ve herhangi birinin savunmasını okudunuz mu?” Bilmiyorsunuz ve okumadınız değil mi? Peki, neden bu durumdasınız?
Gerçi ‘Okumadınız,’ der demez, bir iki basılı ve bazı internet gazeteleri dışında ‘okuyacağınız’ bir mecra kalmadığını da düşünüyorum kuşkusuz. Örneğin resmi gazete Hürriyet’te hakkıyla yer aldı mı, Demirtaş’ın, siyaseti ve toplumu sarsması gereken savunmasındaki iddiaları?
İkinci basit ve naif öneri, diğerinden de zahmetsiz: Bazı şeyleri, kurumları, etkinlikleri protesto edebilirsiniz. AVM’lere karşı mısınız? Yeşil alan mı istiyorsunuz? Çok mecbur kalmadıkça gitmeyin o zaman! Sizi, hafta sonlarınızı AVM’lerde geçirmeniz için zorlayan mı var? Silah mı dayıyorlar! ‘Ay hiç yeşil alan bırakmadılar’ mı? ‘Ay o binalara tenezzül etmeyin,’ o zaman.
Dolmuş ve taksicilerden şikâyet etmeyen bir kişi görmedim bu güne dek. Binmeyin bir süre. Mecbur kalmadıkça tercih etmeyin. Örneğin, hiç olmazsa bir haftacık protesto edin, yolcusuna koyun muamelesi yapanları. Onlara, ücreti karşılığında bir kamu hizmeti verdiklerini hatırlatın. Üç beş gün yüz vermeyin.
Düzelmez mi dersiniz? Şu yaşıma dek anladığım şeylerden biri, Türkiye toplum ortalamasının başat değerinin ‘para’ olduğu. Size kötü mü davranılıyor, araçlarını deli gibi kullanıp her kuralı ihlal mi ediyorlar; bir süre gelirlerinden mahrum edin o zaman. Neden yapmıyorsunuz? Kaba saba bakkalınızdan alışveriş yapmayın, mesela. Bazı gazetecilerin muhalif numarası yapan dalkavuklar olduğunu mu düşünüyorsunuz? Eh okumayın o zaman.
Belki bir süre yorulursunuz ancak siz yurttaş olduğunuzu fark etmediğiniz sürece, bir şey değişmeyecek. Onay verdiğiniz sürece devam eder her kötülük ve onay, çoğu zaman açık değil, üstü kapalıdır. Vermeyin o zaman!
Memleketin kültürel, sosyal ve maddi sermeyesi, büyük ölçüde sizsiniz. Sabahtan akşama aşağılandığınızı ve size hoyrat davranıldığını düşünüyorsanız, barışçıl ve basit yollarla ‘varlığını’ hatırlatabilirsiniz, yaşamınızın her düzleminde size sövenlere. “Harcamayı yapan benim, okuyan benim, sanata dair her ne varsa yapan ve destekleyen benim; yemediğim hakaret kalmıyor, oh ne âlâ memleket.” diyebilirsiniz, misal…
Bakıyorum kendi dünyama, akademiye, yazar çizer tayfasına. Hiçbir ‘kurumu’ protesto etmiyorlar. Akademisyenlerin ihraç edilmesine çok mu öfkelisin? O zaman ihraççı üniversitelere gitme, konuşma yapma, orada tebliğ sunma, dergisine makale gönderme. Bırak oralardaki akademik etkinliklere yalnızca ‘diğerleri’ katılsın. Eğer bunu dahi yapamıyorsan ne diye üzülüyorsun ki. Meslektaşını atan o kümeslerdeki etkinliklere katılacaksan, ne diye ‘dayanışmadan’ söz ediyorsun? Ben ne yapayım senin üzüntünü? Protestonun atılanlara hiçbir yararı olmaz, ama siz doğru bir tavır sergilemiş olursunuz, fena mı? Şu kadarını olsun beceremiyorsanız, hiç olmazsa dürüst olun ve yaşamınızda hiçbir şey değişmediğini, değişmeyeceğini itiraf edin.
Bakın, İhsan Eliaçık’ın Isparta Kitap Fuarı’na katılımı engellendi biliyorsunuz. Belediye Başkanı karar vermiş. Had safhada ileri demokraside olağan bir gelişme bu. Bunun üzerine beklenen, akademisyen/yazar sıfatı taşıyan diğerlerinin de fuarı boykot etmesi değil midir? Tekin Yayınevi yazarları protesto etmiş. Ayrıca, İrfan Değirmenci ve Levent Gültekin. Kutlarım sevgili İrfan Değirmenci’yi ve köşe komşum Levent Gültekin’i. Bilebildiğim kadarıyla kalan herkes fuara katılmış. Çünkü düşünce ve ifade özgürlüğü zerrece umurlarında değil. Düşünce özgürlüğünü dert edinmeyen yazar ve akademisyen tipinin Türkiye dışında bir toprakta filizlenebileceğini zannetmiyorum. Hakikaten, dehşet verici bir hâl bu. Söz konusu yazar çizer tayfası, OHAL ile yönetilse ne olur, OHAL’siz yönetilse ne olur. Bir kısmını tanıyorum o ‘yazarların.’ Yolda karşılaşsak, ‘Eliaçık’a yapılan büyük haksızlık, olacak iş değil,’ diyeceklerdir. Korkunç bir ruh hali bu.
Asla ‘Neden?’ sorusunu yöneltme… En temel şikâyet konularına ilişkin çocuksu kaçabilecek protestoyu dahi yapmaktan kaçın… En basit karşı çıkışlardan uzak dur… Sonra, ‘Ay benim sinirim bozuk.’ Canımın içi, ‘Ay kim ne yapabilir ki senin için!’
Hiçbir şey yapacak ve hiçbir soruyu soracak takatiniz yoksa, naçizane tavsiyem; dert etmemeniz, boş yere sinirinizi bozmamanız, kendinizi hırpalamamanızdır. Bunun şekeri var, tansiyonu var, kalbi var…