MURAT SEVİNÇ
Diken’de sütun komşum Levent Gültekin, Castro üzerine bir yazı yayınladı. Her yazısını son derece samimi bulduğum için, bunu da o gözle okudum. Castro’nun Kübası’na dair, ‘Erdoğan rejimiyle’ karşılaştırma yaparak ‘sola’, daha doğrusu ‘muhaliflerin’ Castro sevgisine eleştiri yöneltiyor. Katıldığım yerler oldu, katılmadıklarım da. Felaket olduğunu düşündüğüm satırlar da.
Yazılarını beğendiğim, çok içten/dürüst bulduğum bir insanla sert polemik yapma tutkusuyla yanıp tutuşmuyorum. Ayrıca yazı o kadar çok konuyu bir arada içeriyor ki, bütünlüklü bir eleştiri tek bir yazıda mümkün değil. Buna mukabil, yalnızca bir iki hatırlatma yapmak gereği duydum. Diyeceksiniz ki, ‘Üzerine vazife mi?’ Değil kuşkusuz, ama demek ki biraz da kızgınlık hissettim. Değerli Gültekin’in, olabildiğince yumuşatmaya çalışacağım üslubuma kırılmayacağını düşünüyorum.
Kızgınlık, Gültekin’in tüm düşüncelerine ya da yalnızca onun yazısına yönelik değil. Türkiye’de ‘sağ’ siyaset dilinin ve ‘solu itibarsızlaştırma’ eğiliminin ‘fırsat kollamasına’ dair daha çok. Söz konusu dilin herkesi şu ya da bu ölçüde esir almış olmasıyla ilgili. Geçenlerde Kılıçdaroğlu’nun kendi örgütüne yönelik eleştirisinde kullandığı ‘rakı masası’ örneğini hatırlayın. İçine Hasan Celal Güzel kaçmış gibiydi! Eh sen düzgün muhalefet yaparsan insanlar da rakı masasında ülke kurtarmak zorunda kalmaz. Rahat sandalyesinde oturup ukalalık yapan enteller, boğazda viski yudumlayan kodamanlar, rakı masasında ülke kurtaranlar. Bunlar malum sağ klişeler…
Her neyse, bu bir dil. Son derece bilinçli bir tercih. ‘İçki’ yerine ‘alkol’ sözcüğünü tercih etmek gibi. Sizin hiç sohbet masasında ‘kolonya’ içen bir arkadaşınız oldu mu? Benim olmadı. Bir yanda çile çeken ve hayatı bilen masum yurttaş kitleleri, diğer yanda onları anlamamakta ısrarlı ve herhalde ana tarafından Mars’lı solcular, enteller.
Dil, en önemli iletişim aracımız. Her birimiz, dağarcığımızda her ne varsa o kadar ilişki kurabiliyoruz. Kavgamız da, sevgimiz de, hırçınlıklarımız da, övgümüz de sözcük sayımız ve onları nasıl yan yana getirebildiğimizle sınırlı. Yazan insanlar zaman zaman hakikaten dilleri, elleri sürçse de, kullandıkları her sözcüğün, o sözcüğün gideceği yerin, kime ne ifade edeceğinin farkındadır. Herhalde Gültekin de, bu denli deneyimli bir yazar olarak, farkındadır.
Önce Gültekin’in bir ‘saptaması/ithamına’ değinip Küba’ya geleyim. Gültekin yazısında belli ölçütler eşliğinde Erdoğan’ı eleştirip Küba’yı övenler için epey sert ifadeler sarf etmiş: ‘Ne korkunç bir aşağılık kompleksi, ne büyük bir sakillik. Düşünce, akıl, değer yoksunluğu ve ilkesizlik her tarafı teslim almış.’
Her ne kadar homojen bir sol ya da muhalif kitle olmasa da ben de kendimi Gültekin’in ‘siz’ kategorisinde gördüğüm için sanırım, bir anda düşünce, akıl, değer yoksunu ve ilkesiz mertebesine ermiş oldum. Sağlık olsun. Eleştiri eleştiridir. 2010’da Cengiz Çandar’ın, benim gibi 2010 değişikliklerini eleştirip ‘yargıyı ele geçirmeyi hedefliyorlar’ diyenlere yönelik ‘zarif’ eleştirileri geldi aklıma ister istemez. ‘Ruh sağlığını yitirmiş,’ ‘kafası fosilleşmiş,’ ‘bağnaz,’ vs. buyuruyordu Çandar, AKP’nin hacetinde boncuk aradıkları zamanlarda.
Konuyu dağıtmayayım. Gültekin, bu tavrın AKP seçmeni tarafından ‘ideolojik saplantı’ olarak görüldüğünü ve Erdoğan çevresinde daha da kenetlenmelerini sağladığını iddia ediyor. Doğrusu, muhalefetin bazı söylem ve yöntem tercihlerinin böylesi sonuçlar doğurduğunu ben de düşünüyorum. Görüyorum. Buna mukabil bir kesimin ‘Castro’yu sevip takdir etmesinin’ AKP kitlesini etkilemediği, böyle bir gündemlerinin olmadığı kanısındayım. Bir de, hani Cem Yılmaz’ın bir gösterisinde dediği gibi; ‘Benim filmlerimi seyreden çocuklar beni örnek alıp küfürbaz oluyormuş, oysa beni örnek alıp film çekmek de isteyebilirlerdi. Belki sorun bende değil sizin çocuklardadır!’
AKP seçmeni, başka pek çok konuda solun ilke ve değerlerinden de etkilenebilir değil mi? Maşallah hiçbirini tınmayıp ‘Bak gördün mü bu muhaliflerin ideolojik saplantıları var, hadi biz partiye biraz daha yapışalım’ diyorlarsa da, eh onların sorunu. Daha önce de yazmıştım, sevdiklerimizin cenazelerine sövmesinler yeter.
Benim takıldığım yer, şu ‘ideolojik saplantı’ konusu. Çünkü, yine berbat bir laf edeceğim ama ideolojik saplantılarım var. Ben bir masa değilim. Elma değilim. Tavuk değilim. İnsanım. İnsan, erkek, yurttaş, aile ferdi, akademisyen vb. olmaktan kaynaklı farklı kimliklerim, yetiştiğim dünyadan, yaşadığım ortamdan, ezcümle ‘koşullarımdan’ kaynaklanan düşüncelerim ve bir ideolojim var. Dünyaya o pencereden bakıyor, olup biteni o pencereden değerlendiriyor ve yolumu çiziyorum. Her insan gibi.
Kişisel olarak Gültekin’in de aksi yönde düşünmediği kanısındayım. Ancak sorun şu ki, ‘ideolojik saplantı’ son derece sağ-liberal ve bıkkınlık veren bir dil. Buradaki ‘liberallik’ iktisadi, ‘sağ’ ise siyasi rota. Türkçesi, Özalcılık. Rahmetli bir yandan serbest piyasa ekonomisini savunur, diğer yandan cezaevindeki gazeteciler için ‘onlar gazetecilik faaliyetinden girmedi’ diyerek 12 Eylül faşizminin yasakladığı siyasetçilerin dönmemesi için halkoylaması düzenlerdi.
İşte insanın içine ‘H. Celal Güzel kaçması’ derken de kastım bu. Örnek Taha Akyol da olabilirdi! Artık hangisi daha fena siz karar verin! Türkiye sağı, uzun yıllardır azgın kapitalizme ve onun çıktılarına karşı alınan ve hâlihazırda zaten cılız olan sol tavrı, aynı ‘dil’ ile itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Türkçesi: Sağcılara göre (tabii çoğu CHP’liyi de katıyorum) doğru dil, doğru iktisadi yönelim, doğru hukuk, doğru zihniyet; serbest piyasanın savunulması ve sınırlarını onun çizdiği alanda oynanmasıdır.
Ola ki bir insan bundan rahatsız/mutsuz ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu savunursa, ya hayalcilikle, ya ideolojik saplantılarla, ya gençlik düşleri kurmakla itham edilip hafif tabirle küçümsenir. Oysa ne başka bir dünya düşlemek, ne kapitalizmin ahlaksızlığını ifşa etmek ne de hayal kurmak, o kadar da kötü bir şey. Herkes aynı pislik içinde debeleniyor olmaktan zevk almak zorunda değil ki!
Gelelim şu Küba ve Castro meselesine. Castro yalnızca ulusal bir kahraman değil, dünya sosyalistleri için ‘başarmanın’ örneği. Başka bir zamanın, iki bloklu dünyanın, farklı siyasi/ekonomik koşulların ürünü. İnsanını Batista faşizminden kurtarmış, küçücük ülkesinde (tabii ve doğal olarak Sovyet desteğiyle) ABD’ye direnmiş, başarmış biri. Buradaki ‘başarı’ sözcüğü de diğerleri gibi ideoloji yüklü kuşkusuz. Dünyanın neresinden baktığınıza bağlı.
Sosyalist rejimler, bizim derslerde anlattığımız ve II.Mahmut’tan bugüne ulaşmaya çalıştığımız klasik (liberal) demokrasinin kimi ilkelerini gerçekleştirme konusunda ‘başarısız.’ Klasik haklar içinde yer alan sosyal haklar konusunda son derece başarılılar. Ancak kişi hakları ve siyasal haklar alanında, işte o anlattığımız ‘demokratik sistemi’ benimsemediler.
Tek parti gerçeği var. Devleti yöneten, kaynaşan da o parti. Bunlar büyük ölçüde ortak noktalar. Yoksa bu rejimler de bir örnek değil. SSCB sistemiyle, Tito Yugoslavyası, Enver Hoca Arnavutluğu birbirinden farklı. Kuşkusuz farklılık da bir yere kadar. Örneğin Çekler, A. Dubçek önderliğinde rotayı biraz kırmaya kalkınca Sovyetler tepesine çöküverdi. Ya da günümüzdeki Çin’e bakın. Üretim araçlarının mülkiyeti büyük ölçüde özel mülkiyete geçti, ama siyasal yapıda hâkim olan Komünist Parti! Bu matrak durumun sonu ne olur bilinmez.
Neyse, konu bu örnekler değil. Farklı uygulamalar olsa da sosyalist rejimler, liberal demokrasilerin bazı hak demetlerini üst seviyede sağlarken, bazılarında çuvalladı. Muhalefet ve ifade özgürlüğü meseleleri, biraz ‘özgürlük’ ve ‘yönetime katılma’ kavramlarına klasik demokrasilerden farklı anlamlar vermeleriyle, ama kabul etmek gerekir ki biraz da çuvallamış olmalarıyla ilgili. Yoksa örneğin tek partili siyasal yaşam kuramsal bir ‘zorunluluk’ filan değil.
Ayrıca zaten liberal demokrasilerin sinirini bozan da, onların tek partili oluşları değildi! Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini kanıtlamaya çalışmaları ve bunda uzun süre başarılı olmalarıydı. Tabii bir de iki bloklu yapıda SSCB-ABD rekabeti. Örneğin ABD Castro’ya 600’ün üzerinde suikast girişiminde bulundu. Takdir edilebilir ki bunun nedeni, ‘Yahu şu Küba da çok partili yaşama geçse ne iyi olur’ diye düşünmesi olmadı. İki büyük partili ABD’nin!
Ya da Şili’de mucizevî biçimde ‘seçimle’ iktidar olmuş Salvador Allende’yi, Pinochet eliyle katleden ABD’nin kaygısı Şili’deki ifade özgürlüğü müydü? ‘Genel oy ilkesi,’ 1848’den o güne nadir biçimde burjuvazinin isteği hilafına birinin seçim kazanmasını sağladı, onu da katlettiler.
Demem o ki, sosyalist rejim deneyimleri klasik haklar demetinin bir kısmını yurttaşına sağlamadı ve bazı özgürlüklerden mahrum bıraktı. Bu doğru. Ancak eğer Küba üzerinden gidersek, yurttaşlarına parasız ve nitelikli sağlık, eğitim, barınma haklarını sağladı. Küba Anayasası’nın dokuzuncu maddesi ülkede hiç kimsenin asla mahrum bırakılmayacağı hakları tek tek sayar. Ve bunlar gerçekleştirildi. Tıp alanında dünyanın önde gelen ülkelerinden biri oldu. Keza spor gibi başkaca alanlarda da.
Sosyalist rejimler, tüm sorunlarına karşın birer umut oldu insanlığa. İnsanın insanı sömürüsü olmaksızın, eşit bir yaşam kurma umudu. Üstelik günümüzde umut ve amaç olma niteliklerine belki de eskisinden daha fazla sahip sosyalizm. Castro, o umudun sembollerinden biriydi.
Ne Küba’nın ne de diğer sosyalist rejimlerin, liberal demokrasinin ilkelerini onların yöntemiyle gerçekleştirme gibi bir dertleri oldu. O demokrasilerin ‘gerçek’ demokrasi olmadığı varsayımıyla, farklı bir dünyada, farklı yollar benimseyerek ‘özgürleştirmeye’ çalıştılar insanlarını. Oldu ya da olmadı, ne ölçüde oldu, bunlar başka meseleler.
Konu uzun. Ben olsa olsa değerli Levent Gültekin’i satırları, tercih ettiği sözcükler ve yaptığı karşılaştırmalar üzerine bir kez daha düşünmeye davet edebilirim. İkisi de canlı ve yürüyor diye nasıl keçi ile fili karşılaştırmıyorsak, tümüyle farklı iki dünya, dönem ve ideolojinin mensuplarını da bu denli kolay karşılaştırmamakta yarar var sanırım. Aksi takdirde, müteahhit kapitalizminin din soslu versiyonunun Batı’ya attığı ‘Sana ne ya!’ fırçalarını, anti emperyalizm olarak adlandırma hatasını yapabiliriz.
Unutmadan, (eski bir garson olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim) Levent Gültekin’in arkadaşının garsona verdiği 100 dolar bahşiş Küba’yı geçtim, her yerde her garsonu çok etkiler! Ne müşteriler var…
Kitap önerisi: İsmail Saymaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Fıtrat’ adlı kitabını hararetle öneririm. Sosyal hakların anlatıldığı derslerde, rahatlıkla bir yardımcı ders kitabı olarak okutulabilir…