MURAT SEVİNÇ
Annemden sık işittiğim bir deyimdir bu: Küsen döşeğini ayrı sarsın! Biz ‘küsen’i, ‘mücadeleden vazgeçen’ olarak değiştirebiliriz. Peki, ayrı sarsın mı?
Futbolla başlayalım. Genç okur duymuştur da izlememiştir. Türkiye’nin İngiltere’den iki kez sekiz gol yediği bir dönem oldu 1980’lerin ortasında. İlk sekizin ardından beş golle yenildiğimizi hatırlıyorum. Sekizin ardından beş, fazla batmamıştı gözümüze! Antrenör rahmetli Coşkun Özarı’nın bu döneme damgasını vuran ‘şerefli mağlubiyet’ diye bir ifadesi de olmuştu.
İşte bu dönem İngiltere’nin yıldızlarından biri de meşhur santrafor Gary Lineker’di. O Lineker’in bir futbol tanımı vardı. Diyordu ki, “Futbol 11’er kişilik iki takım arasında oynanan ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur.”
Bizim çok partili yaşama cuk oturan bir tanım bu. İnsan hakları ve özgürlük mücadelesinde solcular, Kürtler, Aleviler eziyet çeker öldürülür, işkence görüp devlet şiddetiyle mücadele ederken; Sünni sağ seçmenin her nasılsa mütemadiyen mağduriyet edebiyatı yaparak hemen her seçimde aynı yönde oy kullandığı sistemin adıdır Türk tipi temsili demokrasi. Kısaca ‘sol ölür, sağ kazanır.’
Bir iki basit ve amatör saptama
Bir yazı kapsamında yalnızca bir iki basit ve amatör saptama yapmak mümkün. Deneyelim:
1. Ayılıp bayılmak gereksiz. Öncelikle Türkiye’de sağ oylar on yıllardır yaklaşık aynı oranda seyreder. Yüzde 60 civarında. AKP, sağı aynı çatı altında birleştirdi. Önceden iki üç parti vardı ve oylar bölünüyordu. Son seçimde, eriyen MHP’yi ve onun potansiyel AKP’li seçmenini bir yana bırakırsak, bölünmedi ve iktidar partisi büyük ölçüde ‘sağ koalisyonu’na dönüştü. Bu açıdan seçim sonuçlarında bir olağanüstülük yok. Sağ seçmene hitap edecek başka parti ya da partiler kurulmadıkça, her seçimde üç aşağı beş yukarı aynı oran (40-50 arası) çıkacak.
2. Seçmen enayi değildir. Aptal da değildir. Çıkarı neredeyse, kim ona hitap ediyorsa ona yönelir. İlk kabulümüz bu olsun. İkincisi de şu: ‘Seçmen’ dediğimiz insan, soyu tükenen kaplumbağa da değildir. Fazla iltifata gerek yok. Belli siyasal toplumsal koşulların ürünüdür ve o koşullar içinde, ‘bir yönde’ davranır.
Hâl böyleyse, her şeyin kokuştuğu, çürümüş bir siyasal/sosyal düzende seçmenden ‘yolsuzluk iddiaları’ başta olmak üzere kendisine ‘doğrudan’ zararı dokunmayan tersliklere ilişkin duyarlılık beklemek, pek anlamlı değil.
Buradan da şu kabule varalım: Aynı yönde oy kullanan milyonlarca seçmen, hiç kuşkusuz ‘bir örnek’ değil. Oylarının farklı gerekçeleri var. Büyük çıkarlarla ufak tefek çıkar ve beklentiler bir araya gelir, sandığa yansır. Kabul. Ama bu kabul, bir somut durumu görmemizi de engellemesin: Sandığa yansıyan sonucun sahibi olan yurttaşın oy verme gerekçesi farklı olsa da, ortaya kaçınılmaz biçimde ‘ortalamanın kararı’ olan bir manzara çıkar.
1 Kasım’da açık bir biçimde çıkan sonuçlardan biri, 23 milyon civarında yetişkin yurttaşın Rıza Sarraf’ı, bakan çocuklarını, Soma ve Ermenek’i, parçalanarak ölen insanları; oylarını değiştirecek ölçüde sorun olarak algılamıyor olduklarıdır. Aynı zamanda, olup bitenden iktidarı sorumlu tutmadıkları da. Muhalif kesimin hayretini, hissettiği şoku, dillendirdiği ‘Nasıl olur?’ sorusunu anlamak ve hak vermek mümkün. Ancak, bizlerin ‘skandal’ olarak tanımladığı işlerin, 23 küsur milyon yetişkin seçmen için dert olmadığı yakıcı ‘gerçeğini’ kabullenmek gerekiyor. Kabullenmeli ki, siyaset üretilebilsin. Yoksa her seçimde ‘Allah Allah, hayret’ demek, boşa yorgunluk.
3. Yaşanan şaşkınlığın temel gerekçelerinden biri, Türkiye’deki sol ve laik kesimin çok önemli bir kısmının ‘karşı mahalle’ hakkında hiçbir fikri olmamasıdır. İki önceki yazıda, Eyüp-Taşlıtarla muhitlerinden bir iki çocukluk anısı nakletmiştim. Yukarıdaki saptamaya katılan olur katılmayan olur; ancak iddiamı, 45 yılını bu semtlerde geçirmiş biri olarak tekrar dillendirebilirim: Türkiye’de seçmenin bir kesiminin, diğer kesim hakkında fikri dahi yok. Aynı şey AKP seçmeni için de geçerli tabii ancak konumuz onlar değil. O mahallede bambaşka bir yaşam var ve karşı mahallenin ciddiye aldığı değerlerin çoğunun hükmü yok.
Bir örnek vereyim: Hani nasıl olur da Berkin Elvan’ın anasını yuhalarlar diye büyük şaşkınlık ve kızgınlık yaşanmıştı. Haklı bir kızgınlıktı. Tabii takdir edersiniz ki milyonlarca insan yuhalamadı o anneyi. Ancak o milyonların ‘ortalaması’ Berkin Elvan’ın ölümü durumunda genellikle şu iki tepkiden birini veriyor: Vicdanlı olanları ‘Yazık çocuğa, ama ana babası sahip çıksaydı keşke, ne işi varmış orada’ diyor. Vicdansızları ise, ‘Boş ver, zaten üç güne o da devlet düşmanı/terörist olup çıkardı’ diye düşünüyor. Her ikisi de tanık olduğum ifadeler ve daha yüzlerce örnek vermek mümkün.
Bu durumda önemli olan, her bireyin içinde var olduğu koşullarca belirlendiğini ve o yönde ‘eylediğini’ kabullenmek. Yozgat koşullarında, İskandinav zihniyeti beklemek olmaz. Yozgat koşullarını dönüştürmek için mücadele etmek gerekir. Neyle mücadele edildiğini bilerek. Hayal kurarak değil.
Bu satırların yazarı ve sevdikleri bir bombayla parçalansa çok memnun olacak azımsanmayacak sayıda yetişkin yurttaşın varlığını ve onlarla birlikte yaşadığımızı, ‘somut bir durum’ olarak kabullenmek gerekli. Aksi halde ‘somut tahlil’ yapamayız. Kanseri aspirinle tedavi edemeyeceğimize göre, neyle karşı karşıya olduğumuzu tam olarak kavramalıyız. Evet, ben ölürsem birileri çok seviniyor ve sevinecek. Bu kadar yalın.
4. Dolayısıyla eğer bir seçmen tahlili yapılacak ve bir şeyler dönüştürülecekse, öncelikle ‘dönüştürme’nin zorunluluğuna inanmak durumundayız. Bu da üç beş yılda olacak şey değil.
Osmanlı’da Sultan ne isterse bir memur olan Şeyhülislam o yönde karar alırdı değil mi? Yani din, çoklukla Sultan’ın talepleri yönünde yorumlanırdı. Pek bir şey değişmediği kanısındayım. Bakın şu aralar adını çok duyduğumuz o pek sakallı pek muhterem pek din adamlarına; dini iktidarın çıkarları doğrultusunda yorumlayabilmek için nasıl da çırpınıyor zavallılar. Dindar ortalamanın baktığı yön hala, muktedirin yönü. Önemli olan onun yanında olmak, eteğinin dibinde yer kapabilmek. Böyle olduğu içindir ki dindar olduğu iddiasındaki kitle için ‘bakara-makara’ ifadelerinin hemen hiçbir belirleyiciliği yok. Aslolan muktedirin tepkisi. O duymazdan geliyorsa, kendisi de bilmezden geliyor.
Demek ki dindar olan ya da öyleymiş gibi davranmayı seçen Türkiye toplumunun muhalefeti de, topluma başka türlü bir dindarlığın mümkün ve daha doğru olduğunu anlatmak durumunda. Bunun yolu da herhalde ‘En dindar benim’ yarışına girmek olmasa gerek.
5. Tam da bu noktada, herkesin bilip konuştuğu ancak yazmadığı bir durumu not etmekte yarar var. Hemen her seçimden sonra ‘Ne olacak bu CHP’nin hali’ demek, bir Türkiye siyaset klişesidir. Yanlış bir soru da değildir ayrıca. Konu bu değil, uzatmayayım.
Herkesin farkında olduğu ve kişisel olarak çok sayıda dindar seçmenden işittiğim şey şu: Kılıçdaroğlu Alevi olduğu için CHP’ye oy vermemek! Türkiye halkının çoğunluğu, milliyetçi olduğu kadar mezhepçidir de. Peki ne diyeceğiz? ‘CHP’ye Sünni lider gerek’ satırını yüzü kızarmadan yazacak biri var mı? Yok değil mi? Bu, bizim utanç verici bir gerçeğimiz. Haliyle, ‘Oyları artmıyor’ diyenlerin, şu açık ve perişan gerçeği de ihmal ve hiç olmazsa bu bağlamda Kılıçdaroğlu’na haksızlık etmemelerinde yarar var. Yani, biraz insaf!
6. Dönelim futbola ve Gary Lineker’in tanımına. Futbol, her ne kadar sonunda Almanlar kazanıyor olsa da, sonuçta 11 kişilik iki takım arasında oynanıyor. Türkiye’de 1 Kasım’da sahaya iki takım çıktı. A takımı 18, B takımı 9 kişiyle. Tribünlerde A takımını destekleyenlerin sesi duyuluyordu. Federasyon A takımından yanaydı. Hakem A takımını tutuyordu. Devre olunca kale değiştirilmedi ve A takımı rüzgârı her iki devrede de arkasına aldı. B takımının oyuncuları ceza sahası içinde defalarca düşürüldü ve hakem hiçbir penaltıyı çalmadı. Oysa A takımı oyuncusu orta sahada düşürülünce penaltı verildi. İtiraz eden B takımı oyuncuları dayak yedi.
Sonunda A takımı kazandı ve maçı yorumlayanlar, A takımının kazanmasını ‘zafer’ olarak tanımladı. Çünkü maç Türkiye’de oynanıyordu ve maçı yorumlayanlar, güçlünün karşısında iyice alıklaşan, güce yamanan insanlardı. Onlar için maçı kazanmaktı önemli olan. Nasıl kazanıldığını pek kimsenin umursamadığının ve taraftarın yalnızca ‘skor’la ilgilendiğinin farkındaydılar.
İddia ediyorum. Batı demokrasilerini geçelim, Türkiye’de tek bir anayasa/kamu hukukçusu, bu seçimleri ‘demokratik seçim’ başlığı altında anlatmaya kalkarsa, öğrencisi o insanın suratına tükürür. Tükürmelidir de.
Seçim ve sonuçlarına, eğer eşit ve demokratik koşullarda yapılmışsa ‘saygı’ duyulur. Bizim yaşadığımız demokratik bir seçim değildir. Kabullenmek zorunda kalmak başka bir şey, saygı göstermek başka bir şey. Affedersiniz ota boka saygı duyulmaz. Hak etmek gerekir. Bu sanki normal bir seçimmiş gibi değerlendirme yapanlar ise soytarıdır. Hepsi o yüzde 10’luk farkın hangi koşullar altında ortaya çıktığını ve nasıl bir ‘balon’ olduğunu bilmekte, ancak pek azı dile getirmektedir.
Seçim sonucu, yalnızca seçim sonucudur. Oy oranı, güzeli çirkin, çirkini güzel yapmaz. Bu kadar basit. Baskı ve korkutmayla oy almak marifet değildir. Bunu en iyi yapan, yani eğer başarı sözcüğünü kullanacak isek en ‘başarılı’ olan, 1982 Kasım’ında yüzde 92’ye ulaşan Kenan Evren’dir. Özenilecek bir iş değildir anlayacağınız.
Enayice mücadele etmek gerek
Ezcümle, neler olacağını göreceğiz. Kurumları enkaza dönmüş ve böylesine özenle kutuplaştırılmış bir memleketin nasıl yönetileceğini, izleyeceğiz. Herhalde başkanlık gündeme gelir vs… Aynı zırvalar. Ben ve benzer düşünen yüzlerce insan, doğru bildiğini yazıp çizmeyi sürdürecek kuşkusuz. Daha önce yazmıştım, ‘Varılacak yeri bilmiyoruz, biz yolculuğa bakalım.’
İnsan korkar. İnsanın morali bozulur. İnsan üzülür. İnsan küser. Ama insan, aynı zamanda nasıl bir insan olacağını da ‘seçer.’ ‘Doğru bildiğini söylemeyi tercih etmek’ ya da ‘dalkavukluğun tadını çıkarmak’ gibi. ‘Bu seçim demokratik ilkelere uygun yapılmamıştır’ demek ya da gazeteye ‘şırrakk’ şeklinde manşet atmak gibi. İkisi de tercihtir. Nasıl bir yaşam sürmek, nasıl anılmak istediğinize dair tercihler.
Bana kalırsa enayice, hem de fena halde enayice mücadele etmek gerekir, daha özgür/yaşanası bir memleket için. Dedim ya, bıkmak da insani bir durum ama orada, Suruç’ta, Ankara’nın göbeğinde yüzlerce barış yanlısı güzelim insan paramparça edilmişken, ‘İnsan bıkıyor’ demeyi, kendimize yedirmeyelim… Küsmeyelim…