Cumhuriyetin birinci yüzyılını kapatırken, geriye bakıp ciddi bir muhasebe yapmamız gerekiyor. Bu gereklilik, bugün vardığımız noktanın mutluluklarımızdan çok, mutsuzluklarımızı yansıtıyor olmasının ötesinde, koca bir asır yürüyüşten çıkarabileceğimiz derslerin ışığında geleceğin tasarlanması ile de ilgilidir. Ayrıca, demokratik cumhuriyet bir hedef olarak kabul edildiğinde, bizatihi sözcükte mündemiç devinmek, arayış ve iyileştirme çabaları ile devamlı ileriye yürümenin de asli görevimiz olduğu hatırda tutulmalıdır. Bu anlayışla, yürüyüş yolumuzu belirlemek için önce geçmişe dönüp, malzemeye bir göz atmalıyız. Malzemede iç dinamikler kadar dış etmenler de saklıdır.
Geçen haftaki yazıda geçmişle ilgili hepimizin aşina olduğu konulardan kısaca söz etmiştim. Bugün burada, söz konusu iç değişimlerle dış etkileşimler arasındaki ilişkiden söz etmek istiyorum. Bu anlatımın mantıksal çerçevesini hiçbir devletin fanusta olmadığı ve birbiri ile etkileşim içinde seyrettiği görüşü oluşturmaktadır. ABD de, Çin de, Türkiye de küresel havuzda yüzmekte, havuzun suyunu etkilemekte ya da suyun özelliğinden etkilenmektedir. Açıktır ki, ABD ve Çin gibi ekonomiler suyun özelliğini belirleyici güçlerdir, Türkiye ise suyun özelliğinden etkilenen ülkedir.
Kurtuluş Savaşı büyük bir zaferdir. Osmanlı yıkılırken, büyük bir olasılıkla Batılıların kafasındaki ilk fikir, Sovyetler’in güneye açılım kapısındaki Türkiye’nin işgal edilerek paylaşılması idi. Atatürk ve silah arkadaşları yanında, halkımızın da azmi ve gücüyle, Batılıların işgal ve paylaşım düşüncesi yeni bir ulus-devlet kuruluşu ile bastırıldı. Savaşları kazanıp devleti kurduktan sonra, ekonominin inşasının kapitalist dünya ile iş birliği içinde mi, yoksa kuzey komşu sisteminin devralınması ile mi gerçekleştirileceği, Lozan’a ara verilip İzmir’de toplanan ‘iktisat kongresi’nde karara bağlanmış idi. Dünyaya verilen mesajla kapitalist sisteme entegre olunması, Osmanlı’dan devralınan düşünce sistemimin de doğal sonucu olduğu gibi, sistemlerin devinme teorisine de uygundu.