HÜRREM SÖNMEZ
Epeydir medyada lümpenliğin, bayağılığın saltanatı sürüyor malum.
Önceki gün onlardan biri tam kendine yaraşır bir cümle etti, ırkçılık ve cinsiyetçi belaltı mizah memlekette rutin faaliyet olduğu için normalde pek kimseyi bozmayabilirdi ama o şahsın işlevi sona ermiş olsa gerek ki birden “Sizinle yollarımızı ayırmaya karar verdik” denilerek oyundan elendi. Uzun müddet o lümpenliğiyle çokça prim yapmıştı oysa ki.
Elbette tüm ömrü dolanların sarıldığı sihirli cümleye sarıldı: “Operasyon çekiyorlar.”
Sürekli birilerine operasyon çekmek için hazır bekleyen dahili ve harici karanlık güçler var memlekette… Yoksa yandaş olan herkes masumdur, televizyoncusundan, tecavüzle suçlanan köy imamına kadar. Masumiyet karinesinin yeni hali!
Bu günleri anlatırken şöyle diyeceğiz ileride:
“Herkesin her şey olabildiği bir dönemdi, tek koşulu yandaş olmanızdı ama bu yandaş kelimesi epeyce bir alt anlam içeriyordu elbette, itaat etmeniz gereken koşullara göre; bazen vicdanı, bazen aklı izanı bazen de şahsiyeti bir kenara bırakmak, sıklıkla da hepsinden birden vazgeçmek icap ediyordu. İnançlı, imanlı, abdestli namazlı görünürsen iyiydi tabii ama şart da değildi, ideal bir yandaşta aranan en mühim vasıf itaatkârlıktı çünkü.
Herkesin (yani yandaş olan herkesin) her şey olabildiği günlerdi, onlar da fırsatı kaçırmadılar, iştahla saldırdılar, yemek programından, futbol yorumuna, oradan siyasete, siyasetten ekonomiye.
Kahvehane sohbeti düzeyinde bir bilgiye dahi gerek yoktu, yandaşlar için şahane bir ‘ifade özgürlüğü’ ortamı vardı çünkü, ahlaki, insani, hukuki hiçbir sınırlama olmaksızın üstelik..
İki kelime yazamazken gazeteci oldular…
Üç kelâmı yanyana getiremiyorlardı televizyoncu oldular…
Adalet nedir haberleri yoktu, dertleri de değildi ama televizyonlarda hukukçu sıfatını adlarının önüne ekleyip ahkam kestiler.
Saçma sapan, çalıntı tezlerle üniversitelere atandılar, gerçi akademik çalışmaya ihtiyaç da yoktu istedikleri gibi akademik kariyer yapabilirlerdi. Ayetle büyüyen fasülye üretirlerdi, onlardan akademiği olmazdı…
Dönemin sanatçıları da koşullara uygun oluştu, pek çoğunun sanat adına ne yaptığı soru işareti olmakla birlikte sanatçı sıfatlı hormonlu bir kadro lâzım gelen tüm karelerde boy gösterdiler.
Her şey mümkündü mezarlıklar müdürüyken tiyatroların başına geçebilirdiniz, lambadan çıkan cin, ‘Dile benden ne dilersen’ demişti bir kere…
Sanırım en çok da zengin olmak istiyorlardı, oldular da…
Velhasıl bir kısım insanın harika (!) bir hayatı oldu, canlı yayında yenen kebaplar, yalılar, şoförler, koruma orduları, makam odaları, ekranlarda her akşam yalan haberler ve binbir türlü kepazelik ile kazanılan paralar.
İhtirasla, iştiyakle vazgeçilen haysiyet haraç mezat paraya tahvil edildi.
Gerçek gazeteciler hapisteydi o sırada. Yıllarca emek vermiş akademisyenler üniversiteden ihraç edilmişti. Hayatını bilime, sanata adamış insanlar birer ikişer ülkeyi terk ediyordu.
Önce fazla mesele olmadı bu. Herkes her şey olabildiği, rasyonel bir akıl ve mantık gerekmediği, gerçeğin de bir kıymeti olmadığı için her şeye bir açıklama bulunabiliyordu.
Örneğin gazeteciler gazetecilikten yatmıyordu, ‘terörist’ti hepsi. Akademisyen olup da barış talep edene dünyada yaşam hakkı bile verilmezdi, hepsi haindi. Bilim, felsefe… bunlar milli ve dini şuura sahip genç nesiller yetişmesini engellemek için kurulmuş tuzaklardı. Sanat deseniz milli kültüre, ahlaka uygun değilse yere batsındı, blok flütte bile ne kirli oyunlar vardı, bilen biliyordu.”
Eskilerin lafıdır: ‘Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.’ Ama benim gibi iflah olmaz umutlular için şu bilgi mühim: ‘Kırk gün sonra da olsa kokusu çıkmış işte.’
Hani Cevat Fehmi Başkurt’un klasikleşmiş oyunu vardır, ‘Buzlar Çözülmeden’; kasabaya atanan yeni kaymakam diye akıl hastanesinden kaçmış bir deli kaymakamlık yapar, buzlar çözülüp yollar açılınca gerçek ortaya çıkar. Tabii olayımızdan farklı olarak o oyunda kaymakam görünümlü akıl hastası çok iyi icraatlar yapar, hırsızın, uğursuzun hakkından gelir.
Herkes her şey olabildi, bilgi, erdem, liyakat iyi olan ne varsa alaşağı edildi, kim daha çok alçalacak kim daha ahlaksızlaşacak, kim en büyük yalanı söyleyecek müsabakalarına girişildi, itibarlı insanlar itibarsızlaştırıldı… Lakin burada kalmayacaktı elbette, buzlar çözülmeye başlamıştı.
Kifayetsiz muhterislerin etrafını böyle vakitlerde hafiften bir korku sarıyordu, üstelik emsal de vardı önlerinde. Bir önceki versiyonda tıpkı onlar gibi hak etmedikleri yerlere gelen kimi eski dostlarının akıbetlerini biliyorlardı.
‘Şer odakları komplo kurdular’ çığırışlarının da bir yerde miadı dolacaktı elbet. Altın yaldızların, yalanların dolanların ve işlevine göre fiyat biçilenlerin, hepsinin bir son kullanma tarihi vardı.
Han-ı iştiha, han-ı yağma sonsuza dek sürer zannedenler tarih boyunca genellikle yanıldı.”
Bugünlerden bahsedecek olursak bir gün böyle diyeceğiz: “Herkesin her şey olabildiği günlerdi ama sonra birer birer asıllarına rücu ettiler, yani hep vezir kalacaklarını zannediyorlardı ama rezil oldular.”
Kayıt tutanlar hepsini görüyor; nedamet getirmek için fırsat kollayanları, “Ama bu kadar da olmaz” deyip yavaştan çark etmeye çalışanları, raf ömrü dolup ıskartaya çıkınca vicdanlı pozlarına girenleri, birbirini satanları…
Daha da çok şey görecekler belli ki.
Uzaktan duyulan uğultu, bayağılık, yalan ve iftira üzerinde yükselenlerin çöküşünün uğultusu.
Şairin dediği gibi: “Bu harmanın gelir sonu.”