
MERT TANAYDIN
mert.tanaydin@gmail.com |
@mtanaydin
Antropolog Marc Augé alanında etkili çalışması ‘Yok Yerler’de (en son Turhan Ilgaz çevirisiyle Daimon’dan yayımlanmıştı) insanların hareket ettikleri, tüketim yaptıkları, iletişim içinde oldukları yerleri “non-lieu/non-place” olarak tanımlıyordu, etimolojik yorumunu okura bırakıyorum. İnsanın mekân (lieu/place) kıldığı yerin artık mekânlıktan çıktığını göstermeye çalışıyor, kabaca ifade edersem. Bir hikâye kapsamında bağlantı kurduğumuz çevremizin yerini artık pek de özgün hikâyesi olmayan, dünyanın hemen hemen her yerinde üç aşağı beş yukarılarla standartlaştırılmış bir çevreye bıraktığını anlıyorum ben Augé’nin analizinden. Hikâyenin de hafızadan kaynaklandığını, yaşanmışlığın veya anlatılmışlığın yarattığı bir hafızadan. Mekânın hafızayla örtüştüğü bir dönemden gitgide hafızada tutunmaz mekânlara geçiyoruz yıllardır, bunun en son örneğini de metropolümüzün en eski havaalanının ticari yolcu taşımacılığına kapanarak yeni büyük havaalanına taşınılmasıyla yaşadık.

Yakınlarda kaybettiğimiz Agnès Varda gibi çok sevdiğim Fransız yönetmeni Chris Marker’in 1962 tarihli ilginç bir filmi vardır: ‘La jetée’ ya da ‘Dalgakıran.’ Çocukluğundan aklında kalan hafıza kırıntılarının peşinden geçmişe dönmek isteyen bir gelecek insanı hakkında bir fantezidir film. Film boyunca birkaç fotoğraf karesi olarak gördüğümüz bu hafıza parçaları bir kadın ve bir adamla ilgilidir. Distopik bir gelecekte yaşadığı anlaşılan kahramanın çocukluğuyla ilgili anısına tutunurken bizi götürdüğü yer bir havaalanıdır. Eski bir yok-yere tutunurken her yer yok edilmektedir o esnada.
Halbuki havaalanı muazzam bir yaşam alanı olabilir. Alain de Botton İngiltere’deki Heathrow Havaalanı için yazdığı ‘Havaalanında Bir Hafta’da (Tülin Er çevirisiyle Sel’den yayımlanmıştı) küresel dünyanın bu en önemli geçiş mekânını bir hafta boyunca etraflıca incelemişti. Yaşadığımız yerleşimlerin terminal noktalarından biri olan havaalanlarında bir hayatı bırakıp başka bir hayata geçeriz aslında, ama hayatın pratikliği bizim bunu fark etmemize pek izin vermez. Bir aksilikle karşılaşmadığımız sürece birkaç saatimiz kahve salonlarında, yemek bölümlerinde, bekleme peronlarında, çeşitli bankoların önünde geçer, ihtiyaçlarımızı karşılar, lounge salonlarında konforlu sıkılır, görevlilerin gözetiminde telaş ederiz. Bu terminal hâli kimi zaman masalsı bir uzunluğa erişir, Tom Hanks’in başrolünde oynadığı filmde (The Terminal) olduğu gibi. Bu film İranlı Mehran Nessari’nin yirmi yıllık havaalanı yaşantısından esinlenerek çekilmiştir, ama her fırsatta havaalanına sıkışmış insan haberiyle karşılaşabiliriz haber akışlarında. Ülkesinin rejim değişikliği, gideceği yerleşimin yaşadığı bir afet, yol üstündeki bir fırtına ya da yanardağ patlaması, kişisel hayatında bir aksama yolcunun yok-yerde duraklamasına sebep olur, bazen de düpedüz alıkonulur kişi.

Tom McCarthy’nin Esra Birkan çevirisiyle Notos’tan yayımlanan ‘Saten Ada’ romanı böylesi bir duraklama anında yaşanır ve yazılır. Bir şirket antropoloğu olan anlatıcı (bir bakıma Augé ve de Botton melezi) Torino’daki havaalanında yaşadığı mecburi bir rötar esnasında bugünün toplumu hakkında yazması gereken bir raporu yanında taşıdığı bilgisayarında yazmaya başlar ve okuduğumuz roman o rapordur. Etrafındaki insanlar ve ekranlardaki insanlar, o insanların olmadığı zaman bile varlığını sürdürecek olan mekân ve mekândaki eşyalar, gözlemlenen ve anlatılan olaylar, özellikle her yerde durmadan verilen dünyanın karmaşası ve felaketleriyle ilgili haberler havaalanındaki parantezde, bu uzman gözlemcinin kurgusunda bir araya gelir. Bir bakıma yok-yeri zamane anlatısıyla buluşturarak var kılmaya çalışmaktadır anlatıcı ama tüm varlık bir tür simülasyon izlenimi vermekten kurtulamaz.
Halbuki havaalanlarında bulunan insanların pek çoğu parantez içine alınamayacak kadar endişelerle ve umutlarla yüklüdür. Bir an önce yetişmek zorunda oldukları, yapmak durumunda kalacakları yükümlülükleri vardır. Mesela Roza Hakmen çevirisiyle tekrar Alef’ten yayımlanan ‘Kader’ romanında Tim Parks oğlunun cenazesini almak için havaalanında bulunan bir anlatıcı kurgulamıştır. Sevdiğinin son anlarına yetişmek, akrabasından kalanları teslim almak, bürokratik engelleri aşarak cenazesini getirmek nasıl da garip bir mücadeleye dönüşür bazı insanlar için. Bir de kavgaların, yorumlanmakta güçlük çekilen kuralların, sinirlerin yıprandığı anda anlaşılması imkânsız hale gelen insanların arasında, acısıyla sevgisi arasında yok-yere düşen insanların halleri ne kadar da zordur.
Bazen melun bir sınıra dönüşür havaalanları, özellikle uluslararası uçuşlar söz konusuysa. Herkes hareket etmek ister, bir ülkeden başka bir ülkeye geçmek. Vizeler alınır, harçlar yatırılır, eşya taşıma kurallarına uyulmaya çalışılır. Kaçanlar da vardır ülkesinden, kavgaya koşanlar da. Bazen görevlilere takılır insanlar, neden takıldığını anlayamaz bile, bir şüphe, bir ihbar, bir politika değişikliği kişinin sıradan ayrılmasına, özel bir alana alınmasına sebep olur. Lisa Halliday’in Domingo’dan Begüm Kovulmaz çevirisiyle yayımlanan ‘Asimetri’sinin ikinci bölümünde Irak’a yolculuk etmek isteyen Irak asıllı bir Amerikan vatandaşının İngiltere’deki havaalanında böylesi bir alandaki bekleyişini okuruz. Ortadoğu insanlarının şüpheli görülerek etraflıca incelenmesinin şaşırtıcı olmaması gerekir aslında, bizim gittikçe unutmakta olduğumuz bir olguydu uçak kaçırmalar. 1988’deki tartışmalı romanı ‘Şeytan Ayetleri’nde Salman Rushdie bu olguyu da romanına yedirmiş, büyük bir kısmını kaçırılan bir uçakta ve havada geçecek şekilde kurgulamıştır. Uçaklar insanlar tarafından kaçırıldığı kadar teknik arızalardan dolayı da umulmadık biçimlerde kaza yapabiliyor, dolayısıyla havaalanı hakikaten bir terminal haline geliyor bazı yolcular için, nihai yolculuklarını yapmış oluyorlar.
İstanbul’un ilk havaalanı yerini yepyeni devasa havaalanına, henüz ömrünü doldurmasına gerek kalmadan bırakırken, yok-yerin hayatımızda genişlemesi bizi dönüştürecektir mutlaka. Uçağa binmek için beklerken kucağımızda hangi kitabı okuyacağız ve o esnada hangi duygularla hangi hafıza kırıntılarına tutunup zaman yolculuğu yapmaya başlayacağız acaba?