MURAT SEVİNÇ
Sonunda bir büyükelçi de katledildi toprağımızda. Hem de bir polis memuru tarafından.
Bir yanda cihatçı kılıklılar gösterilerle (OHAL’de gösteri haklarını rahatça yalnızca onlar kullanabiliyor!) Rusya ve İran’a sövüyor; diğer yanda Türkiye, İran ve Rusya ile Suriye’nin yakın vadeli kaderi üzerinde mutabakata varıyor. Halep gösterilerine katılan binler, aynı zamanda Rusya/İran ile mutabakata varan yönetimin destekçisi olan insanlar!
Üstelik bunlar, birkaç yıldır uzlaşma gerekliliğinden ve dış politikanın yanlışlıklarından söz eden insanları hep birlikte hedef gösteriyorlardı. Konjonktürün değişkenliği ve AKP’nin yeni durumlara olağanüstü ‘uyum’ sürati, yandaşları iyice sersemletmiş gibi. Ne yapacaklarını, ne yazacaklarını bilemez haldeler. Allah hiçbir kulunu bu insanların durumuna düşürmesin. Herhalde bir insanın başına gelebilecek en vahim işlerden biri, ‘bir düşüncesinin olmaması!’ Hele ki ‘yazarak’ para kazanıyorsa…
Ezcümle, Kemal Sunal’dan repliğini ödünç alırsak, ‘Ağalar bizimle eğleniy,’ hayli zamandır.
Türkiye bu haldeyken olabilecek en enayice işi yapıp bugün Komisyon’da görüşülmeye başlanan anayasa değişikliği önerisinin gerekçe kısmı üzerine yazmayı sürdürmek istiyorum. Malum, bizlerin işi yalnızca yazılanı okumak değil, yazılmayanın neden yazılmadığını da anlamaya çalışmak.
Gerekçe kısmı, bir yandan Türkiye sağının 1950’lerden bugüne kullana geldiği klişeleri ardı ardına sıralıyor, ancak bunu yaparken o klişelerin hiç olmazsa bir kısmının müsebbibi olan Celal Bayar’ın tarzı ve birikiminden bağışıklar. Gerekçe bir buçuk sayfa. Son yazıda, anayasa değişikliği ile 15 Temmuz arasında kurulan ‘Allahlık’ bağdan söz etmiştim. Burada daha çok, gerekçe yazarlarının anayasa tarihimize bakışı üzerinde durmak istiyorum.
Öncelikle şu son derece ilginç ve tabii ‘manidar’ tercihten söz etmeli: Öneri sahipleri yalnızca 1961 ve 1982 anayasalarına değinmiş. Tuhaf görünüyor. Bunun bir gerekçesi şu olabilir. Kaleme alanlar, yalnızca iki anayasamız olduğunu düşünüyor olabilir. Bu hiç makul değil. Tahmin ediyorum kaleme alanlar dahi Osmanlı-Türk anayasacılığının geçmişinin daha eski olduğunu bilir. Peki, neden yalnızca iki anayasamızdan söz etmiş olabilirler?
Unutkanlıktan olduğunu sanmıyorum. Belki biraz aceleye getirilmiş olabilir. İyi hoş da o zaman 1961 Anayasası’ndan da söz etme gereğini duymazlardı. Diyeceksiniz ki 1961 ve 1982’nin ortak noktası, darbe sonrası hazırlanmış olmaları. Doğru olmasına doğru ancak iki anayasa arasında başkaca bir benzerlik yok.
Gerekçenin yazarları 1921 ve 1924 anayasalarından neden hiç söz etmemişlerdir? Tahmin yürütebiliriz.
1921 Anayasası savaş sırasında yapılmıştı, yani Cumhuriyet’ten önceydi. Fakat Cumhuriyet’in ilanı bu anayasada yapılmış değişikliklerle gerçekleşti. Demek ki yalnızca söz konusu ‘öncelik’ adını anmamaya gerekçe olamaz. Üstelik bu anayasanın yapım sürecinin ‘çoğulculuğu’ genel kabul görmüştür. Sağcı hukukçular da aynı kanıdadır. Peki, adının anılmamasının nedeni 1921’in ‘yerel özerklik’ tanıyor olması mı acep? Hani bugün tartışılan, Kürtler gündeme getirdiği için büyük kavgaya neden olan ‘öz yönetim’ vs. var ya; işte 1921’de yer alan yerel özerklikler bugün Kürt siyasal hareketinin savunduğundan daha ileri. Bu yüzden mi anmadılar adını? Bilemiyorum.
Ya 1924 Anayasası. Ona da yer vermiyorlar. Oysa 1924’te ‘partili cumhurbaşkanı modeli’ kabul edilmişti. Örneğin İnönü hem parti genel başkanı hem cumhurbaşkanıydı. Ayrıca sistem TBMM üstünlüğüne dayanıyordu. Aslında günümüz iktidar sahiplerinin ziyadesiyle benimseyebileceği bir sistem 1924’ün getirdiği. Peki, neden anmamışlardır adını? Anayasaya önayak olan ‘ayyaşlar’ meselesine girmemek için mi? Sanmıyorum.
Herhalde 1924’ün içerdiği karma sistemin bir ayağı ‘parlamenter sistem’ olduğu içindir. 1924 Anayasası hazırlanırken, milletvekilleri yetkilerine sahip çıkmış ve cumhurbaşkanına ‘fesih’ yetkisi vermemişti. Büyük ölçüde Mustafa Kemal’in tercihi olan vekiller, Mustafa Kemal’e karşı çıkmışlardı anlayacağınız. Ulusun temsilcisi oldukları bilinciyle. Şimdiki vekillerin yerinde olsam işi gücü bırakır, 1921 ve 1924’ün tutanak dergilerini okurdum. Kabul, gözleri yorulabilir, hiç olmazsa üzerine yazılanları okusalar. Bu da mı yorucu olur? Belki de.
Gerekçeyi yazanlar, bana kalırsa asıl olarak 1961 ile hesaplaşıyor. 1982 ise zorunluluktan anılıyor. 1982 Anayasası’ndan rahatsız olan bir iktidar, o anayasa döneminde çıkarılmış onlarca faşizan yasayı değiştirirdi. Bir yandan 12 Eylül faşizminin alâmetifarikası olan ‘yüzde 10 seçim barajına’ sıkı sıkıya sarılıp diğer yandan ‘vesayetçi elitler’ ifadeleri ardına saklanmak, ciddiye alınabilir bir tutum değil. Laf olsun beri gelsin. Üstelik şu ‘vesayet’ propagandasını da artık pek yutan olduğunu sanmıyorum.
Bu nedenle, gerekçedeki hesaplaşma ziyadesiyle 1961 Anayasası ile. Yaklaşık 60 yıldır Türkiye ‘çoğunlukçu’ sağını çileden çıkaran kimi kurumların yaratıcısı olan anayasa ile. Evet bu Anayasa, 27 Mayıs darbesi ardından yapıldı ve anayasa tarihimize ‘askeri yargı,’ ‘MGK’ gibi dertler de bıraktı. Buna mukabil, sevapları günahlarının çok ötesinde, tarihimizin en ilerici, özgürlükçü anayasasıdır. YHK’siyle, AYM’siyle, temel haklar rejimiyle, özerk kurumlarıyla vs.
Rahmetli Bülent Tanör’ün sözcükleriyle, ‘siyasallaştırıcı, sosyalleştirici ve hukuksallaştırıcı’ etkileri olmuştur 1961’in. Dolayısıyla bir anayasanın askeri darbe ardından yapılmış olması başka, anayasanın niteliği ve etkileri başka bir konu. Hele ki 1960 ile 1980 koşullarını ve anayasa metinlerini karşılaştırmak bir zırva.
Tarihe sınıf mücadelesi, dünya koşulları, toplumsal/siyasal evrim hesaba katılmadan bakıldığında, ‘iyi sermayedar-kötü sermayedar,’ ‘iyi insan-kötü insan,’ ‘iyi asker-kötü asker’ kalır. Oysa anayasa tarihimiz Türkiye’deki sınıfsal gelişmeden bağımsız değil. 27 Mayıs’taki dengeler ile 12 Eylül dengeleri birbirinden tümüyle farklı ve böyle olduğu içindir ki 12 Eylül’ü en çok TÜSİAD alkışlamıştır. Ve farklı olduğu içindir ki 27 Mayıs’tan ‘yükselen sol,’ 12 Eylül’den ‘dizginsiz piyasacılık ve İslamcılık’ çıkmıştır.
Anayasa tarihimizi evlere şenlik yorumlayıp ardından ‘hadi pis vesayetçilere tü yapalım, dünya güzeli millet iradesini hâkim kılalım’ sığlığına tenezzül etmek o anayasayı yapacak olana da, kabul edecek olana da, uyacak olana da hayır getirmez.
Konuyu sürdürmek yararlı olabilir. Anayasa tarihimiz ile ‘gerekçe’ ilişkisine dair birkaç sayfa daha karalayacağım.
Yazı bitmeden, basında fark ettiğim çok yaygın bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Deniyor ki, ‘1876’dan bugüne uyguladığımız parlamenter sistemden vazgeçiliyor.’ Parlamenter sistemin temel ilkesini kabul edişimiz 1909 anayasa değişikliği ile oldu. 1876’da bir parlamento vardı ancak parlamenter sistem, ‘parlamentosu olan’ sistem demek değildir. Malum, ABD’de de bir parlamento var! Parlamenter sistemin temel niteliği olan ‘bakanların meclise karşı tek ve toplu sorumlulukları,’ II. Meşrutiyet ardından, 1909’da kabul edildi…
Yazı önerileri: Munzur Üniversitesi’nden Yavuz Çobanoğlu’nun PISA üzerine Birgün Pazar’a yazdığı nefis makaleyi öneririm.
İkinci yazı Gazete Duvar’dan Celal Başlangıç’ın ‘milli utanç seferberliği’ yazısı. Belki okumuşsunuzdur ama yine de buraya bırakayım.