Gezi eylemleriyle ilgili yazdığı kitapta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafında mahkemeye verilip ‘kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret’ten 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırılan yazar Abdurrahman Erol Özkoray için dünyaca ünlü Fransız düşünür Bernard-Henri Levy bir yazı kaleme aldı.
Levy, keskin eleştiriler yönelttiği Erdoğan’ı, İtalyan diktatör Mussolini’ye atıfla ‘neo-Duce’ diye nitelediği yazısında, Türkiye’nin tek adam despotizmi ve İslamcı devlet aklına sürüklendiğini savundu.
Abdurrahman Erol Özkoray’a ‘bireyselleşme ve demokrasi: gezi fenomeni’ adlı kitabı nedeniyle verilen ceza beş yıl ertelenmişti.
Levy’nin Özkoray’a gönderdiği, yakında Batı basınında da yer alması beklenen ‘İstanbul’da Kafka’ başlıklı yazısı şöyle:
Erol Özkoray, bir dost ve haklı davaların savaşçısı.
Ocak 2012’de Charles Aznavour, Robert Guédiguian, Michel Onfray ve Serge Klarsfeld’le birlikte Ermeni Soykırımı’na saygı için bir çağrıda bulunmuştuk.
Paris’e son uğrayışında, Hôtel Europe’u [Avrupa Oteli], Avrupa’nın sorumluluktan kaçışlarını eleştirmek için yazdığım tiyatro oyununu gelip görme lütfunda bulundu. Bu sorumluluktan kaçış, dün Bosna’daydı, bugünse Ukrayna, Suriye veya Lampedusa’da, tam şu an Kobanê’de.
Libération’da ve başka Avrupa gazetelerinde ‘Kobâne için son bir çağrı’da bulunmuştum ki burada da, prensipte bir üyesi olduğu ve İslam Devleti’nin kafa kesicileriyle mücadele eden askeri koalisyona yardım elini uzatmak yerine kendi Kürt vatandaşlarını bombalamayı yeğleyen Türkiye’yi kınıyordum.
Ve böylece Erol’la Türkiye’nin vaziyeti ve kendi durumu hakkında konuşmaya başladık. Erol, kendi ülkesini terk etmeye mecbur kalıp buraya, Fransa’ya sığınma ihtimalini veya başka bir Avrupa ülkesine Pen Club himayesinde yerleşip yerleşmeyeceğini sorguluyordu.
Peki Erol’u bu sürgün çözümünü düşünmeye iten neydi?
Anonim sloganlar ve duvar yazıları
Temmuz 2013’te, İstanbul’un kalbinde, özgürlüklerin ve demokratik vatandaşlık savunusunun sembolü haline gelmiş Gezi Parkı’ında yaşananlara dair Gezi Fenomeni kitabını yayımladı. Eşi Nurten Özkoray’la birlikte yazdığı bu kitapta, sosyolojik bir analiz ve şimdiki zamanın güzel bir tarihçesinin yanı sıra, yetkililer tarafından hızlıca temizlenen 600 kadar anonim slogan ve duvar yazısı derlenmişti.
Bu graffitilerin bir kısmı Erdoğan’a çıkışıyordu: “Eşeklik etme, halkı dinle.” Veya: “Şerefsiz, istifa et.” Ya da: “Tayyip, suç seni doğuranda.” Yahut: “Totoş Tayyip.”
İstanbul’a Kafka geldi
68’de Sorbonne’un duvarlarına intikam alırcasına yazan biz Fransızlar için (örneğin “Geber Filanca, halk seni haklayacak”), bu tanıdık çıkışmalar hafif görünüyor. Türk adaleti -bu oksimoron için beni bağışlayın- başka türlü karar verdi. Ve işte, İstanbul’a Kafka geldi!
Erol, duvar yazılarını neşrederek kamu yetkilisine hakaret ettiği gerekçesiyle, basın davalarına bakan İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 23 Eylül’de 11 ay 20 günlük hapis cezasına mahkûm edildi. Beş seneliğine ertelenen ceza kararını temyize götürme imkânı bulunmuyor.
AB’yi takan var mı?
Öyle görünüyor ki Türk Ceza Kanunu’nun, mahkûm edilmiş sözlerin yeniden basıldığı yayınları -bilgilendirme amacıyla yapılmış olsa bile- cezalandıran özgürlük katledici 162. maddesi, 2005’te AB yasalarıyla uyum çerçevesinde lağvedilmişti.
Peki takan var mı? Erol, yeni Ceza Kanunu’nun 125. maddesinden hakaret gerekçesiyle mahkûm oldu. Salt kendisi tarafından neşredildikleri için… Sanki bu duvar yazıları ona aitmiş gibi… Anonim sloganlar böylece yazarın sözcüklerine dönüşüyordu.
Hukuki ‘yenidil’ [newspeak, George Orwell’ın 1984’ündeki totaliter devletin yarattığı dil] uzmanı hakimler, soyisimsiz olmakla birlikte anonim de kabul edilmeyen yazar/müellif kavramını icat ettiler.
Bu düzenbazlık sonucu dostum ağır ve yüz kızartıcı bir mahkûmiyet altında ezilmeye çalışıldı.
Zihin jandarmaları
Tuhaf bir ayrıntı var. Erol’un hasta avukatı, doktor raporlarını ibraz ederek duruşmanın ertelenmesi talebinde bulunmuştu. Reddedildi. Yani Erol savunma makamının yokluğunda mahkûm edildi. Mesele göz açıp kapayıncaya kadar halledilmişti. İktidarın emrindeki zihin jandarmaları için bu, işten bile değildi.
Başka bir tuhaf-ötesi detay: Savcı, aile mefhumunu iyice abartarak, Erol’un oğlu ve kızını da kitaba katkıda bulundukları ve duvar yazılarını fotoğrafladıkları gerekçesiyle zan altında bırakmaya çalıştı. Erol, neşretme suçunu üstlenerek bu durumu son anda engelledi.
Fakat Erol’un Kafka’yla işi bitmemişti.
Hapis cezası beş yıllığına ertelendi. Ancak mahkûm bu süre zarfında kendini ifade etmezse bu kadar ertelenmiş olacak. Erol’un temyize gittiğini farz edelim. Bunun için kendini tekrardan kamu nezdinde ifade etmesi gerekecek. Bu noktada ertelenen ceza devreye girecek ve Erol doğrudan hapsi boylayacak. Ancak ve ancak bu takdirde temyize başvurabilecek, serbest bırakılmayı umarak.
Yeniden yargılanmak adına, kanun nezdinde suçluymuş gibi davranarak üzerine şimşekleri çekmek… Masumiyetini ancak hapsin derinliklerinden savunabilmek… Bunu Kafka icat etmemişti!
Demokles ile Moloch
Ve Erol gibi bir mahkûm için, en azından durumun büyük risk taşıdığını söyleyebiliriz: Hesap çabucak yapılabilir -böyle bir keyfiyete teslim olmaktansa- özgürlüğünü koruyup sözünü sakınmak bin defa tercih edilir.
Başınızın üzerinde dikilen Demokles’in kılıcına karşı, yakanıza yapışan Moloch’un [Tevrat’a göre Fenikeliler ve Kenanlılar’ın çocuk kurban ettikleri Tanrı] insafına kalmışken, özgürlükleri katleden kanunlarla aranıza insan haklarını ve bunların koruyucu sınırlarını koyarsınız.
İstanbul’da gazeteci, yazar, polemikçi, sanatçı ya da sade vatandaş olunca başınıza gelen bu. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un vatanında gelinen yer bu. Türkiye, tutuklu gazeteci ve entelektüeller alanında İran ve Çin’le rekabet halinde.
Tek adam despotizmi

Fotoğraf: DHA
Zira Erol Paris’e sadece kendini kurtarmaya gelmedi. Tam tersine, bahtsız ülkesinin sorunlarını anlatmaya geldi. Tamamı tek bir adamın despotizmine ve İslamcı devlet aklına kaymaya yüz tutmuş bir ülkenin portresini çizmeye geldi. Boğaz’ın iki yakasında ve Anadolu yaylalarında düşünce ve ifade özgürlüğünün sona ermesine ramak kaldığını söylüyor bana.
AKP ve Erdoğan, Avrupalıların gözünde uzun süre bizdeki Hıristiyan Demokratlar gibi modernleşmeci ve demokrat Müslümanlar olarak görüldü ve İslam diyarındaki bu açılımcı modeli rahatlıkla övüyorduk.
Yanılsama Gezi’de paramparça oldu
AKP ve lideri Erdoğan’a Kemalizm’in varisi askeri iktidardan kurtularak yerine devlet üzerinde yeni bir tekel (ve beraberinde gelen İslami ideolojiyi) geçirme imkânını tanıyan bu yanılsama, Mayıs-Haziran 2013’teki Gezi olaylarıyla birlikte paramparça oldu.
Bundan önce birtakım belirtiler yok değildi.
İsrail’le tarihsel bağların koparılarak Hamas’a destek sunuluşu dışında, Mübarek’in düşüşünün ardından Kahire’de iktidara yükselen Müslüman Kardeşler’le kurulan ittifak vardı.
Ardından da, devletin zirvesindeki yolsuzluğu ihbar eden Gülen tarikatının yasaklı hale gelişi ve idare, adalet ve orduda girişilen tasfiye operasyonu geldi.
Zamanında gereğince yola getirilmiş Türk ordusu, bugün DAİŞ’in [IŞİD’in Arapça kısaltması] adam ve silahlarının Türkiye’den geçişini serbest bırakıyor, Kobanê’nin çektiği eziyete seyirci kalıyor.
Din, toplumu iki düşman kitleye ayrıştırıyor
Erol, bana Türkiye’nin her gün despotluk ve dinci karanlık yolunda daha da ilerleme kat ettiğini izah ediyor. Din, Türkiye toplumunu iki düşman kitleye ayrıştırarak sınırları belirlerken, zincirlerinden boşanmış bir milliyetçilikle ikiye katlanıyor.
Yeni sultan Erdoğan, Gezi protestocularını ‘vandal’ ilan ederek, millete ve Yeni Türkiye’ye karşı hıyanet içinde olduklarını söyleyerek zihinlerde iç savaşı teşvik ediyor.
Yasama ve yürütme gücünü artık tekeline alan AKP’nin projesi, 2023 hedefiyle, Türkiye toplumunu düşmanlarını ezmiş bir Sünni toplumuna dönüştürmek.
2023, 2053, 2071 ve hiper-miliyetçilik
Neden 2023? Çünkü, bu ölümüyle ululaşacak ve [İslamcıların] intikam alacakları müteveffa Kemalizm’in laik cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü. Çünkü, aynı muzafferane afişlerin dediği gibi, bu daha az ihtişamlı olmayan 2053 hedefinin, Konstantinopolis’in fethinin 600’üncü yıldönümünün 30 sene öncesi. Zira başka bir ufka, 2071’e doğru dörtnala gidilmekte. Yarım yüzyıl sonra Bizans topraklarına Türk ordularının girişinin bininci senesi dolacak!
Bu gelecek odaklı hiper-milliyetçilik bağlamında, Türkiye’nin Avrupa’ya doğru meyledişinin tamamen rafa kalktığını söylemeye gerek yok.
AKP, Avrupa’ya yönelik yükümlülüklerini, ordudan usul usul kurtulmak için kullandı; ama Avrupa artık katiyen gündemde değil; artık, dost Putin’in yaptığı gibi Avrupa adabının feshedildiğinden yakınma zahmetine dahi katlanılmıyor; Avrupa dosyası kapanmıştır!
Türkçülük, militan Osmanlıcılık ve Sünni ümmetçilik
Devir Türkçülüğün, militan Osmanlıcılığın, Sünni ümmetçiliğin devri! Bu devir, efsaneleştirilmiş geçmişle zafer getirecek yarınların buluştuğu ahenkle yoğuruluyor; ‘Anadolulular’ın sopası altında Türkiye toplumunun girdiği organik birlik tarafından belirleniyor ki bu geleneksel köylü toplumu da efsaneleştirilmiş durumda, önce Osmanlı, sonra Kemalist, bugünse liberal şehirlerden intikam alması gerekiyormuşçasına.
İstanbul’dan İzmir’e, oradan Ankara’ya bütün şehirliler artık ‘gerçek Türkler’in gözünde birer ‘gâvur.’ Bu ‘gâvur’ kategorisine, curcuna içinde herkes sokuluyor: İmansızlar, laikler, Hıristiyanlar, Ortodokslar, Yahudiler, Aleviler, öteki Alevi Kürtler, Erdoğan’ın her mitingde lafı döndürmeden ‘beyaz Türkler’ diye niteledikleri.
Toplumun aydınlık kesimi bu intikamcı ruhu esefle keşfediyor. Şehirlerin, kırsal kesim tarafından değil, ama eski taşralıların yerleştiği mantar gibi büyüyen yeni banliyöler tarafından kuşatıldığını ve tamamının AKP belediyelerine bağlı olduğunu, lojmanların, işlerin, yiyecek yardımlarının ve kömürün, sağlık hizmetlerinin bedavaya dağıtıldığını keşfediyor.
Nasıl büyüdüğünü anlamadığı kitlesel yanaşmacılığın (clientélisme) şehirlerin yeni halkını nasıl tek bir adammışçasına sürekli Erdoğan’a oy vermeye yönelttiğinin şaşkınlıkla farkına varıyor.
Geçmişe doğru ilerleyen Türkiye’nin neo-Duce’si

Fotoğraf: Reuters
Tek halk, tek millet, tek din, tek şef: İşte Yeni Türkiye’nin düsturu…
Erdoğan, bu popülist, oybirlikçi, ‘geçmişe doğru ilerleyen’ ve efendisininkinden başkası olmayan tek bir sesle konuşması için ihtar edilen bu Türkiye’nin neo-Duce’si.
Kişilik kültü yol alıyor.
‘Tayyip’in mitingleri, bayılan bir kadının kürsüye şatafatla çıkarıldıktan sonra hikmetli büyücü ‘Tayyip’in ellerini alnına koyuşuyla yeniden ayağa kalkarak methiyeler düzdüğü Erdoğan’ın elini sofuca öpüşünün sahnelendiğini gördüğümüz dehşetengiz müsamereler.
Din, bir devlet kurumu olan Diyanet’e bağlı Türk memurlara, imamlara her cuma tüm camilerde verecekleri vaaz için aynı metnin verilişiyle rejimin itici gücü konumunda: Bu vaazlarda, laikler, kâfir olarak nitelendikleri gibi Türkiye’nin ölümcül düşmanları olarak da gösteriliyorlar.
Ermeni Soykırımı’nda eski bir mizansen
Ermeni Soykırımı’na gelince, Erdoğan’ın geçen 24 Nisan’da oynadığı ikili oyunu takdir edebiliriz, soykırımın başlatıldığı günün yıldönümünde kurbanlardan özür dilenirken, aynı zamanda soykırımın karanlık yüzüncü yıldönümüne bir kala, başbakana doğrudan bağlı Asılsız Soykırımı İddialarıyla Mücadele Koordinasyon Kurulu (ASİMKK) hiç olmadığı kadar aktif, her tür idari birim ve üniversitede eğitim programlarını ve derslerini sıklaştırmakta.
Kızıl sultan Abdülhamid’in, dindaşlarını kanda boğduğu bazı Ermeni seçkinlerine terfi ve madalyalar verişini hatırlatacak türden eski bir mizansen bu.
Avrupa’ya hınç, IŞİD’e gerekçe
Araştırmacı Behlül Özkan, dünkü dışişleri bakanı, bugünün başbakanı ve Erdoğan’ın ideolojik lalası Davutoğlu’nun uluslararası ilişkiler alanında akademisyenlik yaptığı dönemden (1986-2002) 300 makalesini taradı. Sürekli tekrarlanan dört tema var: Panislamizm (ümmetçilik), yaşam alanı kavramı (Lebensraum), Müslüman dünyası için bir Sünni hilafetinin gerekliliği, Avrupa Birliği’ne duyulan hınç.
Daha yakın zamanda ise şu beyan geldi: “IŞİD dediğimiz yapı radikal, terörize gibi bir yapı olarak görülebilir. Ama oraya katılanlar arasında Türkler, Araplar, Kürtler vardır. Oradaki yapı, daha önceki hoşnutsuzluklar, öfkeler, büyük bir cephede geniş bir reaksiyon doğurdu.”
No comment [yorum yok].
Kavga daha yeni başlıyor

Erol Özkoray
Bu satırları yazdığım esnada Erol Özkoray İstanbul’a dönmüş durumda.
Rahatsız edilecek mi?
Gezi hakkında bir belge yayımladığı için veya Paris’e gelerek belki de bu makaleye ilham verdiği için hapse atılmaksızın kendisini özgürce ifade etmesine müsaade edilecek mi? Avrupa’ya yeniden gelebilecek mi?
Büyük dost ülke Türkiye, dayanışmamızı ve hayranlığımızı hak eden Erol’un, Gezi’nin ve başka yerlerin binlerce demokrat ve özgür vatandaşının büyük riskler alarak teşvik ettikleri üzere, iblislerinden ne zaman kurtulabilecek?
Kavga daha yeni başlıyor.