BİLGEHAN UÇAK
Geçenlerde ayağına sinyal cihazı takılan bir kartalın uçuş güzergâhını gördüm, buralara gelmiş, kuzeye gitmiş, Avrupa’ya, oradan geri Afrika’ya…
Seneye yine gidecek, sonraki sene, daha sonraki, hep…
İçgüdüsel bir şey, hayatta kalmak için gitmesi gerektiğini biliyor.
Rutinin dışına çıkmadığı için aslında gitmediğini bile söyleyebiliriz belki.
Zaten mevsimi geldiğinde o meşhur leyleğin binlerce kilometre uçup da kayıktaki yerine konduğunu görünce “Geldi” demiyor muyuz?
Oysa, insan için gitmek içgüdüsel bir şey değil artık.
Canımız çektiği için gidiyoruz, kafamıza öyle estiği için gidiyoruz, kısacası gitmek istiyor ve gidiyoruz.
Ama hayat herkese ‘gidebilme özgürlüğü’nü eşit şekilde sunmuyor.
“Gün olur, alır başımı giderim” diye başlar ya Orhan Veli’nin meşhur şiiri, “Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda”, o kadar kolay olmadığını bildiği için belki, belki sadece hissettiği için “O ada senin, bu ada benim” diye eklemiş: “Yelkovanın kuşlarının peşi sıra.”
Öyle ya da böyle o adalar birilerinindir ve sen gerekli şartları hazırlamadıysan gidemezsin.
Yelkovan kuşları uçar giderler ama sen gidemezsin.
Bir kartal kıtalar arasında gezinir, sen gezinemezsin.
Ama bazen gitmen gerekir ve ne pahasına olursa olsun yola çıkarsın.
Günümüzün en büyük faciaları denizlerde yaşanıyor.
16. yüzyılda köle olarak taşınan siyahlardan bu yana denizdeki acı dinmedi hiç.
Ölüm meleği, bu coğrafyanın sularında da, Akdeniz’de, Ege’de, hatta Meriç’te sürekli insan topluyor.
Ama ölümün haberi bile adaletli dağılmıyor canına yandığımın dünyasında, meğer, acı ve ölüm sayısı yarıştırılmaz ama, denizlerde ölenden daha çok can yitip gidiyormuş Afrika çöllerinde.
İKSV’nin etkinliğinde Hasan Söylemez’in Tenere belgeselini seyrettim.

İnsan yaşamaktan utanıyor böyle anlarda, kılıç kesmez bir utanç sisinin içinde öylece kaybolmak, yok olmak, sonsuza karışmak istiyorsun.
Ama senin canın tatlı tabii, hiçbir şey yapamıyorsun.
İkiyüzlülük mü bu?
Değil elbette.
Değil de, ne olduğunu bile bilemiyorum.
Tenere, Afrika’da geçiyor.

Nijer’in Agadez şehrinden Libya’ya cehennem sıcağında ulaşmaya çalışan insanların çölü aşma mücadelesini anlatıyor.
Ahı gitmiş de vahı bile kalmamış bir kamyon düşünün, ama insanları, hayvanları, satılacak malları, yolda yenecek yiyecekleri, suları hepsini kamyonun her yerine yerleştirin.
Son olarak, herkesi kamyonun üstüne çıkarın ve bildiğiniz bütün her şeyi unutun.
Emniyet kemeriymiş, güvenlikmiş, yolmuş, koltukmuş… hepsini hepsini unutun.
Bu yolculuğun tek bir kuralı var, o da kamyon Libya’ya vardığında hayatta kalanlar arasında olmak.
Hasan Söylemez, belgeselini Agadezli Beşir’in gözünden çekmiş.

Hayatlarının hiçbir değeri olmadığını bilen insanların doluştuğu bir kamyon bu, onların yolculuğu.
Ölürlerse, istatistik bile olmayacaklar.
Kimse umursamayacak onları, sevdiklerinden başka kimse ağıt yakmayacak arkalarından, hiçbir iz kalmayacak dünyada, sanki hiç yaşamamış olacaklar, sanki hiç varolmadılar, kumun içinde kum zerreciklerine dönüşmeyi bekleyecekler.
Uyumak bile yasak yolculukta, şayet uyuyakalır da düşersen gece vakti ve duymazsa çığlığını kimse, çölün ortasında bir başına kalıverirsin.
Kamyon bozulabilir, lastik patlayabilir, yolculuk beklenenden uzun olabilir.
Ve, sen orada çaresizce beklerken ölebilirsin.
Yolculuğa çıkan herkes biliyor bu gerçeği, ölümle dans ediyorlar yol boyunca ve başarabilirlerse ölmemeyi, kendilerini nelerin beklediğini de bilmedikleri yeni bir hayata başlıyorlar.
Kimileri bir şeyler satıp Beşir gibi geri dönüyor, kimileri Libya’dan Avrupa’ya doğru ölüm yolculuklarına devam ediyor…
İnsanın kendini değersiz hissetmesi başlı başına üstünde durulması gereken bir olgu ama buranın gerçekliği bambaşka.
“Yalnız biraz daha iyi yaşamaya özlemli” der ya Necatigil…
İyi çok uzak, olanın biraz daha iyisi, ölüm yolculuğuna çıkmayacak, bir yatağı olacak, geceleri aç uyumayacak kadar…
Daha gidilecek ne çok yol olduğunu gösteren epik bir ‘insan kalma’ destanı bence Tenere.
Denizlerde ve çöllerde milyonlarca insan hayatını kaybederken biz de insanlığı, insanlığın erdemlerini kaybediyoruz çünkü.