MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
Adana Aladağ’daki yurt cinayetiyle ilgili yayın yasağı getirilmesinin gerekçesini RTÜK şöyle açıklamıştı: “… yayınların gerek ilçe genelinde gerekse yurt çapında huzur ve güven ortamıyla kamu düzenini bozucu eylem ve davranışlara dönüşebileceği…”
Düpedüz yalan söylendiğini Recep Bey’in yüzde ellisi dahil herkes anlıyordur. AKP iktidarının kendi koynunda büyüttüğü bir cemaatin darbe yapmaya kalkışması onlarda da pek huzur ve güven bırakmamıştır.
Ama anladığım kadarıyla iktidar denen şey hepimizden çok korkuyor, baksanıza yayınların yurt çapında başka bir şeye dönüşmesi ihtimali/korkusu iliklerine kadar işlemiş. En azından toplumun bir kesimi için huzur ve güven ortamından bahsedilemeyeceğini iyi biliyorlar.
Genel manzaraya bir bakın, diyeceğim, fakat genel manzarayı göz önünden kaçırmak için, büyük resmi göstermemek için her tür fetbazlığı deniyor iktidar ve muhalefet de ona yardım ediyor.
‘Şırnak diye bir şehir hala var mı?’ sorusu yeter. Soruyla yetinmeyenler şu fotoğrafa iki dakika bakıp istihareye yatsın yeter.
Yıkılan, yaşanamaz hale getirilen Kürt illerinden mahallelerinden bahsetmeye gerek yok. Şu son cümlede sırf ‘Kürt illeri’ dedim diye anlattığım manzaraya dudak bükecek, göz yumacak o büyük kitle de bu berbat manzaranın hem bir parçası hem yaratıcısıdır.
Her yıl yaklaşık 2 bin insanın iş cinayetlerinde öldüğü huzur ve güven ortamını sağlayan kamu düzenini mi savunuyorsunuz yoksa? Bu demektir ki, sizi ve hepimizi infiale sürükleyen Soma’daki maden katliamından her yıl altı veya yedi tane oluyor!
Ya da 610’uncu kez toplanacak Cumartesi Anneleri’ni düşünün; çocukları devlet tarafından gözaltında kaybedilmiş veya faili meçhul cinayetlerde öldürülmüş çocukların annelerini, yakınlarını. Her cumartesi İstanbul’da Galatasaray’da toplanan bu ağır kalabalık ne yazık ki bu lanet olası Türkiye manzarasında topluiğne başı kadar yer kaplamıyor. Bir an düşünüp hemen sonraki an kafamızdan, hayatımızdan attığımız ve böyle olduğu için de toplam kötülüğün hepimizi esir alıp sindirmesini sağlayan kötülüklerden biri sadece. O unutulamayacak acıyı, içe ve dışa akıtılan o gözyaşlarını, o trajik ağırlığı bu toplum omuzunda, beyninde, yüreğinde bir bebek tüyü ağırlığında bile hissetmiyor. Hissedilmeyen şeyin ne olduğuna şu linkten bakmayacaksınız nasıl olsa, bari 36 yıl önce gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in annesi Elmas Eren’in 608’inci buluşmadaki şu sözüne takılıp sendeleyin: “Her dakika ya söylediği ya yaptığı şeyler geliyor aklıma. 36 yıldır, 36 dakika olsun çıkmıyor aklımdan!”
Kamu düzeni Elmas Eren’in yavrusunu almıştı ve 36 yıl sonra yine kamu düzeni bunu umursamıyor (acısını bir an bile unutamayan yüzlerce insan yaşıyor aramızda ama bu toplum da umursamıyor), çünkü kamu düzeni öldürmeye devam ediyor, Ethem Sarısülük’ü, Berkin Elvan’ı… Devlet ‘huzur ve güven ortamı’ndan bahsediyor, Elmas Eren ve öbür Cumartesi Anneleri çocuklarının bir mezarı olursa, mezarlarını bulurlarsa ‘huzur’a kavuşacaklarını söylüyor; ve tabii hesap sorulursa. Ve bu kamu düzeni, bazılarına bir mezar huzuru bile vermek istemiyor. Kahrolsun kamu düzeni!
Cerattepe’ye maden açmanın Artvinlilere huzur ve güven ortamı getirmeyeceği aşikar; hatta olan kadarını da götürecek, ama kamu düzeni ısrarlı. Çünkü kamu düzeni huzur ve güven ortamı istemiyor.
Kamu düzeni, mesela Arhavi’nin cennet vadilerini, güzelim Kamilet’i, Durguna’yı, Ciğani’yi HES’lerle katletmeye azmetmiş durumda; bütün Anadolu’yu ve Trakya’yı cehenneme çevirmeye azmetmiş olduğu gibi. Bu katliama karşı çıkmayan, direnmeyen, kaz gelecek yerden cenneti esirgemeyen pısırık, kaypak ve ‘nosişuka’ (Lazca bir deyim, tam karşılığı ‘hıyar akıllı’) Arhavilililer ve onların durumundaki herkes de bu meşum Türkiye manzarasının hem bir parçası hem de yaratıcısı işte.
Kamu düzeni, bir cenneti nasıl cehenneme çevirirse bu ülkede, çocukları da ya öldürür ya bu ‘Ölümün Zaferi’ tablosunun bir parçası ve işbirlikçisi haline getirir ya da Rakel Dink’in dediği gibi “bir bebekten bir katil yaratır”. Ve yine onun dediği gibi, “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…”
Aladağ’daki yurt cinayetindeki ihmaller, kasıtlar, yönetmeliğe uygun olmayan neredeyse her şey sayılıp dökülüyor, okuyoruz; başka örneklerden de bildiğimiz şeyler. Okulun uçan çatısıyla ölen öğrenciler, okulun yıkılan kapısının altında kalan çocuklar, Çocuk Esirgeme Kurumu’nda eziyet edilen çocuklar, hapishanelerde işkence gören çocuklar, tecavüze uğrayan çocuklar, iş cinayetlerinde ölen çocuklar… Evet AKP tarikatlara, cemaatlere itiyor çocukları ama şu saydıklarım oralara itilmeyenler, devletin elindekiler…
Hem bunlar AKP döneminde başlamış gibi yapmak da nereden çıktı? Şüphesiz AKP döneminde birçok alanda olduğu gibi eğitim ve etrafındaki uygulamalarla ilgili herşey cehennemî bir hal aldı. Fakat vurguyu tamamen ve sadece AKP’nin gerçekten de iğrenç olan dindarlığına ve vahim sonuçlara yol açacak dindar nesil yetiştirme çabalarına yapmak temel bir sorunu fena halde örtüyor: eşitsizlik, fakirlik, çaresizlik.
Bu ülkede de, başka birçok başka ülkedeki gibi, büyük kitlelerin imkansızlığı, birileri için, özellikle dini kullananlar için, dindar nesil yetiştirmek isteyen her tür aktör için çok büyük imkandır. 1980’lerde Maraş’ta yoksulluk yüzünden başka türlü okuyamayacağı için bir tarikatın yurduna verilen kardeşini anlatmıştı bir arkadaşım. Fetullahçılar da bu imkansızlık imkanından yararlanıp devşirmedi mi çocukları?
Ve Recep Bey’in başkalarına fırlattığı bumerangın döndüğü yere bakarsak, biz çocuk öldürmeyi çok iyi biliriz. Depreme karşı evlerden daha sağlam olması gereken okul binalarını tehlikeli görüp 2005’te İzmir’deki bir dizi deprem sırasında okulları tatil eden kamu düzeni bizdedir. Bu kamu düzeni mi huzur ve güven ortamı yaratacak yani?
2003’te Bingöl’de Çeltiksuyu Yatılı İlköğretim Bölge Okulu çökmüştü mesela, 83 öğrenci ölmüştü. Yani mesele sadece devletin eğitimden ve yurt işletmekten çekilmesi de değil. Kendi elindekine de güvenemeyiz, onu denetlediğine de. Eskiden de böyleydi.
Lafı uzatmanın alemi yok; ders çıkarılmasına ‘vesile’ olacak sayısız trajik örnekle dolu tarihimiz. Geleceğimizin de çocuklarımızın ölümleriyle dolu olacağını görüyorum. Aladağlar’daki yurt cinayetinden sonra Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın ne dediğine bir bakar mısınız: “Bir daha tekerrür etmemesi için ne ders gerekiyorsa, ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaya çalışacağız.”
Bu sorunlar zaten vardı ve iktidara gelene kadar olanlardan zaten ders almış olmalıydınız. Çocukların ölümü sizin ders almanız için bir vesile olmamalıydı. Çocukların ölümü sizin ders malzemeniz olmamalıydı. Önceki görevi savunma bakanlığı olan İsmet Yılmaz’ın bu yaklaşımı, Aladağ cinayetlerini ‘eğitim zayiatı’ olarak gördüğünü gösteriyor.
Türkiye’de en yapıcı hareket, yıkmaktır. Devleti yıkmak, bütün kurumları yıkmak, töreyi yıkmak, dini yıkmak, putları yıkmak, binaları yıkmak… Hepsi kötü ve hepsi yanlış çünkü. Hepsi yanlış kurulmuş. Ütopik değil mi, önerdiğim şey? Öyle. Bu yüzden çocuklarımız “devlet dersinde öldürülmüştür” ve devam edecek. O zaman, çocuklarımızın öldürülmemesi de ütopik maalesef. O zaman ‘ya ütopya ya ölüm’ de diyebiliriz.
Yıkmadan ‘düzayak, çivit badanalı bir kent’ kuramayız abiler.