Tayyip Erdoğan’ın kendisine ve kendisiyle birlikte Türkiye’nin önüne koyduğu hedeflerine “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesine sadık kalarak ve demokrasi kuralları içinde davranarak varabilmesi , eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Ulaşılmak istenen hedefin “demokrasi” ile ilgisi olmazsa, demokrasinin “olmazsa olmazı” olan seçim, demokrasinin diğer “olmazsa olmazları”nı ortadan kaldırmaya ya da bastırmaya yarayacak şekilde, ülkeyi “faşizan güzergâh”a yerleştirmek için kullanılır.
Tayyip Erdoğan da seçim başarılarını, liberal demokrasinin diğer “olmazsa olmazları”nı, örneğin “kuvvetler ayrılığı”nı, “hukukun üstünlüğü”nü, “ifade özgürlüğü”nü ve bunun aracısı olan “basın özgürlüğü”nü çiğnemenin “meşruiyet aracı” olarak kullanmıştır. Parlamento, anti-demokratik bir sistem kurmak amacıyla kullanılır olmuştur. “Tek Adam”ın parlamento çoğunluğuna hükmeden “Tek Partisi”nin oylarıyla, özgürlükleri kısıtlayan yasalar geçirilmiştir. Bunlardan sonuncusu, “somut delil” yerine “makul şüphe” gibi bir kavramı, Türkiye’de uygulamaya sokmuştur.
“Reis”e muhalefet eden ya da “Reis”in yan baktığı hiç kimsenin bundan sonra “hukuki güvenliği” olamaz. Son yargı paketinin geçmesinden 48 saat sonra yapılan operasyonun Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’yı vurması bir raslantı değildir.
Ama, 17 Aralık’tan bu yana yolsuzluk soruşturmaları müthiş bir gayretle örtbas edip bastırarak, her gün “paralel yapı”ya dair her türlü belgenin bulunduğunu öne sürüp, “inlerine girileceği”ni bildirdikten sonra, 17 Aralık’ın birinci yıldönümünde gide gide –o da baştan aşağı acemilik ile- Zaman gazetesine gidip, Ekrem Dumanlı’yı gözaltına alırsanız, artık hiçbir şeye kimseyi inandıramazsınız.