EMRAH TEMİZKAN
emrahtemizkan@diken.com.tr | @emrahtemizkan
‘Cilalı İmaj Devri’, ‘Pop Çağı Ateşi’, ‘İnternet Dolunay Cemaat’, ‘Yeni Şehir Notları’… Sonuncusu 2001’de yayınlanan gazeteci yazar Can Kozanoğlu’nun kitapları için duyulan soru hep aynıydı: “Peki ya 2002 ve sonrası?” Uzun bir bekleyişin ardından kitap şekillendi. Yıllarca haber merkezinde birlikte çalıştıkları meslektaşı Mirgün Cabas sordu, Can Kozanoğlu yanıtladı.
Aradaki yılları önceki dört kitaba bağlayan ‘Bıçkın ve Ağlak: Yeni Türkiye’nin Hikayesi’, memleketteki yaşanmışlıkları ve görülecek günleri düşünmek için bir fırsat. ‘Ama’ ve ‘belki’yi ihmal etmeden. Ve arka kapaktaki ifadeyle: “Serinkanlılığını koruyan bir neşe, nezaketini yitirmeyen bir eleştiri, karmaşayı açıklayan bir basitlik, iyimser bir bakış açısı…”
Kozanoğlu’na ‘Yeni Türkiye’nin hikayesini sorduk, ‘eski Türkiye’yi unutmadan yanıtladı.
Kitapta da anlatıyorsunuz. O dönem NTV haber merkezindesiniz. 2002’de seçim sonuçlarını gördüğünüz anda nasıl bir Türkiye hayal etmiştiniz?
AKP Türkiye’nin önceki karmaşık konjonktüründen ve siyasi yapıların dağılmasından sonra iktidara geldi. Tabandan gelen bir gücün söz konusu olduğu ancak o iktidarın uzun süremeyeceği görüşü biraz daha yaygın gibiydi seçim gecesinde. Ben de 16 sene gibi uzun bir blok öngörmüyordum ama öyle ‘Bir iki yılda dağılırlar, bir dahaki seçimde baraja altında kalırlar’ gibi bir düşüncem yoktu.
Ne görmüştünüz?
Kendi geleneksel tabanları içinde o tabanı genişlete genişlete gelmişlerdi ama 2002’nin Kasım’ındaki sonuç kendi geleneksel tabanlarının dışına çıkmalarına işaret ediyordu. O tabanın dışına büyük bir siyasi ve ekonomik kriz sonrası çıkmayı başarmış isen bu başlı başına geleceğe yönelik onlar olumlu bir sinyaldi onlar açısından. Çok klasik bir dindarlık söylemiyle o başarıyı kazanmamışlardı ama siyasetin içine 2002’deki dozunda bile ‘örtülü’ de olsa din girdiği zaman bunun belirli bir kalıcı taban genişlemesi sağlayacağını ve ‘tutkal etkisi’ yaratacağını düşünmüştüm.
‘Erdoğan figürü’ nasıl bir etki yaptı?
16 yıl sonra halen bu durumda olmak 2002’deki seçim gecesinde Erdoğan’ın en fazla hayal edebileceği bir şeydi. Elbette plan da vardı ama bu kadarı onun için bile hayaldi belki bir ölçüde. Hangi tarafta durduğum belli. Çok tarafsız konuşmuyorum, konuşmam gerektiğini de düşünmüyorum. 24 Haziran ve olursa 8 Temmuz için umudum var. 16 senelik iktidar yorgunluğu, artık gizlenemeyecek şekilde kötüye giden bir ekonomi, karşısında resmen üç, fiilen dört partili bir cephe. Ama halen ‘Yüzde 1-2’yle kaybeder mi?’ diye düşünüyorsun. İnanılmaz bir siyasal başarı bu. Ne kadar sevmezsek sevmeyelim, inkar edilemez bir başarı. Ama dediğim gibi umutluyum.
‘Eski Türkiye’nin sembol figürlerinden Tansu Çiller’in AKP mitingine katılması nasıl okunmalı? İki taraf nasıl bakıyor birbirine. ’28 Şubat’la hesaplaşma’ da gündemdeyken…
Çiller’den ne hayır bekliyor onu bilemiyorum. ‘Çiller var’ diye oy verecek kimse mi var? Çiller’in yanaşma sebeplerinin ne olduğunu tahmin edebiliriz. ‘Üzerime gelme’ diyor olabilir. Ancak Erdoğan’ın beklentisi nedir, Akşener etkisini kırma çabası mı? Emin değilim.
Son dönemin en gündemdeki ismi Muharrem İnce’ye gelirsek. ‘Bu performans beklenmiyordu’ yönünde yorumlar var.
Ben de beklemiyordum. Aday olduğu iki CHP kongresindeki konuşmalarını dinledim. Çok yeterli olmadığını düşünmüştüm o zaman. Bildiğim bir figürdü ama lider adayı olarak tam yerini dolduramazmış gibi gelmişti. Birçok insan gibi beni de şaşırtan bir performans sergiledi. Ya da işte Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu profil İnce gibi bir figürdü.
Erdoğan’ı oy olarak zorlayabilecek, belki ikinci turda uzlaşma yaratabilecek CHP’nin adayı beklenti yarattı. Bu beklenti olumlu karşılık bulmuş gibi…
Erdoğan da beklemiyordu herhalde böyle bir şey. Bir iki şey çıkardılar aleyhine, tutmadı. Geri sayıyorsun, olumsuz bir şey çıkmadan bitsin bu süreç, bir an önce seçim günü gelsin diye. Büyük bir gaf yapmadan, aleyhinde önemli bir malzeme çıkmadan sandık günü gelsin istiyorsun. Biraz maçlardaki ‘Bitir hoca’ durumu gibi.
‘İnce’nin sihri’ nedir?
10 yıl öncesine gitsek, CHP’nin adayı İnce’nin tarzında ve üslubunda bir isim olsa… Bugün onu çok seven birçok insanın bile beklentileriyle örtüşmeyebilirdi. Çünkü yeni Türkiye doğrudan Erdoğan’ın eseri değil. Yeni türkiye 90’lardan bugüne uzanan bir süreç. 2002’deki Erdoğan onun eseri, 2016’daki ortam da Yeni Türkiye’nin Erdoğan’ın elinden geçmiş hali. Yeni Türkiye hepimizden oluşan bir bütün. Muharrem İnce de Yeni Türkiye’nin muhalefet yıldızı. Bence öyle düşünmek lazım. Mesela Akşener de geçmiş dönemlerin modifiye edilerek ‘Yeni Türkiye’ye uygun hale getirilmiş bir portresi. ‘Yeni Türkiye’ ne Erdoğan ne de AKP’den ibaret. İnce, ‘Yeni Türkiye’nin bir başka sesini yansıtabildiği için bu heyecanı yaratabilmiş durumda.
Kitapta bahsettiğiniz ‘Federer-Nadal, Ronaldo-Messi’ durumuna döndü Kılıçdaroğlu- İnce örneği. İnsanlar ilk defa bir seçime bu kadar umutlanarak mı gidiyor?
Öyle öyle. Heyecanlanıyorum pazar günü için. Bir saate kadar bakmayayım, sonuçlar azıcık belirginleşince açıp bakayım diye düşünüyorum bazen. Sabredemem tabii, o ayrı.
Erdoğan’la kimse başa çıkamaz, onunla tartışan kaybeder’ anlayışı yıkıldı mı biraz?
Tamamen yıkılmasa da ciddi biçimde yara aldı. Muharrem İnce’nin altta kalmama başarısı övgüye değer gerçekten. Hatta daha normal bir ortamda çok da onaylanmayacak hatlara girebiliyor bazen. Ama kızamıyorum, ne yalan söyleyeyim. Tekrar ‘hepimiz Yeni Türkiye’yiz’ noktasına geliyoruz galiba.
Sandıktan ‘Erdoğan ve AKP’yle devam’ çıkarsa…
24 Haziran’da AKP tekrar iktidara gelebilir, 8 Temmuz’a kalmadan Erdoğan seçilebilir. Yenilginin yarattığı moral bozukluğu geniş bir dilime yansımazsa, son birkaç haftadır gördüğüm hava geleceğe de taşınırsa… Birer birer ölebiliriz hayatın kuralı olarak ama toplu olarak ölecek değiliz. Bu kez olmazsa, bir sonraki seçimde olabilir. Umudu kaybetmemek lazım.
Ne fark edildi bu süreçte?
En azından insanlar o kadar az olmadıklarını gördü, bir araya gelebileceklerini gördü. Umutlanabileceklerini gördü. Bu memleketin aslında herklesin olduğunu gördü. Bundan 7-8 yıl öncesinde öyle bir hava da vardı: ‘Kazananlar var ve memleket onların. Kaybedenler var, memleket onların değil, zaten onlar halk da değil, onlar elit. Uyarsa uyar, uymazsa gider’ gibi. Bu kırıldı artık. Bayağı nitelikli bir kalabalığın oluşturduğu çok geniş bir alan var. Memleket muhafazakar olmayanların da, son 16 yılı mutsuzlukla geçirmiş olanların da, solcuların da, Alevilerin de, AKP’nin yarattığı kültürel ortama uyum sağlamayanların da memleketi. Bu çok önemli. Diğer yandan, umut veren ortam çok kolay hayal kırıklığına da uğranabilecek bir ortam. Olası bir yenilgide onu abartmamak lazım. Hep söylemişimdir, son iki aydır daha net söylüyorum: Bu memleket hepimizin, ara ara marjinal olarak görülenler de dahil, hepimizin. De’nin altını çizmek lazım, bizim de memleketimiz.
Umudun sebebini nasıl anlatırsınız?
Birçok şey var. Şunu düşünelim: Son bir iki yılda yayılan bir hava var; her yola gelir bazı uyanıkların AKP’ye meyletmesiyle ‘Bu ülkenin müzisyenleri bunlar, oyuncuları bunlar’ gibi. Şimdi bakıyorsun, bu ülkenin çok değerli şarkıcıları, yazarları, oyuncuları var. Düşünürleri var. Aktif olarak sanat icrası olmasa da okuyan, düşünen, yazan insanları var. O alemin çok dışında, hayli nitelikli insanlar. Bu bile başlı başına bir umut. Seçimin sonucu ne olursa olsun.
‘Yeni Türkiye’ tanımı keskin bir şerit çekiyor mu?
Önce AKP’nin pozitif bir anlam yükleyerek kullandığı, daha sonra muhalefetin negatif anlamla kullandığı bir tabir. Artık AKP yerine daha çok muhalefet kullanmayı tercih ediyor. İşte ‘Yeni Türkiye’ bu deniyor olumsuz bir vurgu anlamında. Söz buraya gelince de ilk hatırlanan kavram kutuplaşma oluyor genellikle. Her şeyde ‘biz’ ve ‘onlar’ var. Tribünler bile öyle bölünebiliyor. Siyasi anlamda söylemiyorum, aynı kulübün taraftarları sportif konularda kutuplaşıyor. Her tartışma da çok sert yaşanabiliyor. Absürd örneklere kadar gidebiliyor. Kitapta da örneğini verdiğim, internette gördüğüm ‘fritözcülerle yağsız tavacılar’ arasındaki kavga. İnsanlar kolayca havaya girebiliyor. Siyasete dönersek; olay bu kadar derin bir siyasal boyut kazandığı zaman elbette ki fazlasıyla keskin ve kalıcı oluyor. Bu kadar net ‘biz ve onlar’ ayrımına girmek Yeni Türkiye’nin değil belki de ‘Yeni dünya’nın getirdiği bir durum. Bir acı realite.
Her iki taraf da birbirlerinden beslenmiyor mu?
Kesinlikle. İki taraf da birbirlerinin pozitifliğinden çok negatifliğini yakalamak üzerine yaşadığı için. Hatta üzülerek ‘Bu kadar vahşet, hoyratlık olur mu’ diyerek tepki gösterdiğimiz şeyler aslında alttan alta ‘Elimize bir koz geçti’ diyerek hoşumuza gidebiliyor. Yalan mı? AKP tarafı sağolsun, malzeme verme konusunda o kadar cömert ki, ya da ben bir tarafta yer aldığım için belki bana öyle geliyor bilemiyorum ama herhangi bir güne uyanıp da kafanı sağa sola çevirdiğin zaman zaten onlarca malzeme bulabiliyorsun.
‘Tamam’ ve ‘Sıkıldınız mı?’ çıkışlarına bakmak gerekirse, ilk defa ağızdan ‘Giderim’ lafı çıktı. Kimisi ‘iletişim hatası’ olarak algıladı, kimisi kasıtlı olduğunu düşündü.
İlk defa kendi eliyle muhalefete kozunu vermiş oldu. O konuda gerçekten fikrim yok. Bilinçli mi, istemeden mi bilmiyorum. Kendisine gönülden bağlı insanları -yüzde kaç bilinmiyor ama 50 olmadığını biliyoruz, 10 da olmadığını biliyoruz- çok etkileyecek bir şey değil. Kararsızlığa düşmüş insanların gözünde ‘Asla gitmeyecek, çok kararlı Reis’ imajını hafif zedelemiş olabilir. Erdoğan’ı güçlü kılan şey ‘güçlü adam’ imajını asla sekteye uğratmamak. Ya da güçsüz gözüktüğü anda bile onu bir güce çeviriyor olması.
Mesela 30 Mart seçimleri öncesi sesi kısıldı. Mitingde konuşmaya devam etti, bunun onu güçsüz göstereceği düşünüldü. Öyle bir etki yaratmadı. 15 Temmuz gecesi ‘Facetime’dan bağlandığı hali halen insanlar arasında tartışılır. Güçlü mü görünüyordu, ürkek mi diye. En azından kendi kitlesine güçsüz görünmediğini anladık. O yüzden kestirmek kolay değil.
Zayıfladığı anlaşılıyor mu yoksa bu ‘olması istendiği’ için hayal edilen bir durum mu?
Onu göreceğiz kısa vadede. Seçimi kaybederlerse en heveslendiğim şeylerden biri de, kendi içlerinde biraz daha açılma-dökülme olur; kitaplar çıkar, yazılar yazılır beklentisi. Her dönemde iktidara yakın gazeteciler bildiklerinin çoğunu açık açık yazarlardı. Bazen köşe yazısı, bazen kitaba dönüşürdü. Ancak bu dönemde öyle bir şey görmemiz mümkün olmadı. Abdüllatif Şener gibi birkaç ismin anlattıkları ya da birkaç köşe yazısı dışında.
Öğrenebilecek miyiz?
Hakikaten kol kırıldı yen içinde kaldı yıllar boyunca. Çünkü galiba o yen kurcalanırsa kırılmayan koldan çok şiddetli bir yumruk gelecek korkusu var. Kaybederlerse ifşaatlar olur mu diye düşünüyor insan. Tabii, olası yazılar ve sözler ne kadar güvenilir olur bilmiyorum ama çıkarsa heveslenerek okuruz. Terk edilenler, kovulanlar, kavgalı bakanlar kurulları, devre dışı bırakılanlar, 15 Temmuz’un, 17-25 Aralık’ın bilmediğimiz tarafları, tokatlı dayaklı hadise iddiaları… Anlatacak çok hikaye var sanırım.
Kesin ifadeler kullanmıyorsunuz kitapta. ‘Ama’ ve ‘belki’ tercih ediyorsunuz. Sadece bu kitap üzerinden okumak doğru değil. Sizi takip eden birinin hakim olduğu bir durum.
Çok seve seve kullanıyorum. Hayatta hiç yanılmamış ve yanılmayacağını düşünen insanları sevmem. Kendi adıma konuşacak olursam yanılmadığım şeyler az değil ama çok yanıldığım da oldu. İnsanım, her zaman yanılmak ve karşındakinin de haklı olduğu ihtimalini düşünerek konuşmak gerek. Özene rağmen bu kitapta da kimilerine haksızlık etmişimdir muhtemelen. Yazmaya başladığımdan beri 30 yıl geçti. Yanıldığım, görüş ya da tavır değiştirdiğim oldu. Bunları inkar etmenin kimseye faydası yok.
Kesin hükümlerden kaçma tavrı azınlıkta bir insan profilini temsil ediyor…
Günümüz insanında her şey çok net, çok kesin, her şey üç cümlede anlatılıyor. İnsanların hep öyle bir yönleri vardır ama giderek daha fazla gazla çalışır hale geldik galiba. Şu anda genişlemesinden mutluluk duyduğum muhalefet cephesinde olabiliyor gaza gelme ve getirme işleri zaman zaman. Bende geliyorumdur ve getiriyorumdur belki ama olabildiğince kaçınmaya çalışıyorum. Bu nedenle de biraz dönem dışı kalıyorum belki. Yoksa ben de biliyorum Twitter’dan ‘Selam olsun o güzel çocuklara’ demeyi ya da ‘Allah belanızı versin şöylesiniz, böylesiniz’ demeyi. Sosyal medyanın aslim dinamiğini oluşturan genç bir kitle var. Ben de onlara seslenmeyi bilirdim. Arada iki defa ‘robot’, iki defa ‘endüstri 4.0’ filan dediğiniz zaman doğal olarak ‘değerli ağabey’ konumuna geliyorsunuz. Onun yanına da biraz bıçkınlık biraz ağlaklık serpiştirmek…
8 Temmuz’da yeni bir cumhurbaşkanı çıkarsa nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz? Erdoğan’ın zaferinin devamını az çok tahmin edebiliyoruz ancak diğer durum tamamen belirsiz gibi.
Seçime beş gün kala konuşuyoruz. En azından birkaç aylığına, son yıllarda görmediğimiz kadar yumuşak bir Erdoğan görebiliriz. Orta vadede yine daha önce görmediğimiz kadar otoriter ve baskıcı olabilir ama hiç değilse birkaç aylığına yumuşamış ve diyalog kuran bir Erdoğan göreceğiz büyük ihtimalle. Kürt sorunu konusunda da tavır değiştireceğini düşünüyorum. Büyük ihtimalle 2019’daki yerel seçimlerden sonra. Evet, Erdoğan’ın kazanması şeklindeki -benim için de kötü bir ihtimal olan- senaryo biraz daha öngörülebilir.
Erdoğan’ın kaybettiği senaryo…
Diğer durumda ise, ‘8 Temmuz gecesi meydanlarda sevinelim sevinmeyelim mi, olay çıkar mı çıkmaz mı?’ düşüncesi. Türkiye’nin belli bölgelerinde bir mutluluk havası, güleryüz. Bir kesim için çok mutlu birkaç gün… Bunu biliyoruz. Sonrası ise belirsiz. Koalisyonun kurulması o kadar kolay olmaz. Daha çok cumhurbaşkanı seçimini konuşuyoruz ama genel seçimde de ne çıkacağı da bir o kadar belirleyici tabii. Sonuçta Millet İttifakı da o kadar sağlam bir zemin üzerine oturmuyor. Doğal olarak, bunlardan çok cumhurbaşkanının kim olacağını konuşuyoruz. Erdoğan giderse İnce’nin gelecek olması kesin gözüküyor. Akşener’in öyle bir şansı olacağına inanmıyorum. Olur da ikinci tura kalırsa Akşener’e oy veririm ama fazla mutlu bir şekilde vermem, çok gönülsüzce…
İnce ne yapar?
İnce söz verdiği adımları hızlıca atabilirse, güzel bir yıl geçiririz diye düşünüyorum. Sonrasında neler yaşanır, çok bilemiyorum. Parlamenter sisteme dönüş sağlanabilirse, o başlı başına bir rahatlama olur zaten.
Her yandan hissedilen ekonomik kriz?
Alanım olmadığı için kestiremiyorum. Gerçekten ekonomik krizin dönülmez bir noktasında mıyız? Eğer öyleyse krizin AKP mirası olduğunu kabul etmeyenler çıkar mı? Çıkar sanırım. Dediğim gibi, ekonomi konusunda fazla söyleyebileceğim bir şey yok. Zaten öncelikle 25 Haziran sabahını ve olursa 9 Temmuz sabahını düşünmeye çalışıyorum. Ve iktidar değişirse, şu anda 20 yaşında olan biri için, hatta 30 yaş altındakiler için o nasıl bir duygu olacak; kestiremiyorum. İlk defa Erdoğan’ın lideri olmadığı bir ülkeye uyanmak… Birçoğu belki politikayla ilgilenmeyecek, hatta ilgileneni küçümseyecek insanlar olacakken bir seçimi böylesine heyecanla izlemiş genç insanlar… Enteresan bir durum bence.
Şimdi gündemi takip etmemek eleştiri sebebi…
Belki bir sonraki seçim politika gözden düşmüş olacak. Bunu teorik olarak savunamam ama pratikte sosyal medyada gördüğüm pek çok şey itibariyla söyleyeyim. Bizim çevrelerde şikayet edilirdi ya, ‘Gençler çok apolitize, gençler siyasetle ilgilenmiyor. Bunlar Özal kuşağı’ gibi sözlerle. Şimdi bazen bakıyorum da, ‘Acaba bazı gençler politkayla ilgilenmeseler daha mı iyi diye’ geçirebiliyorum içimden. Bazı muhalif genç tipleri de dahil. Dediğim gibi, fikren savunabileceğim bir şey değil ama zaman zaman içimden geçen bir duygu.
Hangi gördükleriniz sizi bu düşünceye itiyor?
Özellikle sıfır bilgiyle çok keskin bir tavır koyanlar. Muhalefet edeceğim diye iyice saçmalayanlar. Kitapta da anlatmaya çalıştım, hiç hoşlanmadığım bu ‘çomar’ muhabbetini yapanlar, uzattıkça uzatanlar. Kendini muhalif hatta biraz solda görüp bence ‘light neofaşist’ olan birçok gencimiz var. Kendi fikrini geliştirmekten çok, karşısındakini küçümseyenler. Hayatı, Türkiye’yi hiç bilmeyen, bilmek için de çaba göstermeyenler.
Yakın Türkiye tarihini okuma tavsiyeniz var kitapta…
Sırf Türkiye değil, dünya. Her ülkenin çok daha kötü dönemleri var. Kitapta uzunca anlatmaya çalıştığım şekilde, hayat hep daha iyiye, daha ileriye gidiyor. Ben de böyle umut aşılayan dede konumuna gelmek istemiyorum. Zoraki iyimserlik aşılamaya çalışan dede… Hakikaten düşündüğüm şey, bu. Umut kıran şeyler var elbette. Ama hayat yolunu bulup ileri gider mutlaka.
‘Enkaz kalkmaz, bu tahribat nasıl geriye dönmeyecek’ gibi düşünceler de var…
Bazı şeyler gerçekten çok uzun zaman alabilir. Kadrolaşma, sermaye değişimi, bazı değerlerin yozlaşması, şikayet ettiğimiz cepheleşmenin boyutu; bunların halledilmesi elbette ki zaman alır. Erdoğan’ın samimi bir fanatik kitlesi var. Onlarla diğer tarafın yeniden normal diyaloğa girebilmesi zaman alabilir. O noktaya gelene kadar tatsızlıklar yaşanabilir. Ellerinde silahla poz verenleri söylemiyorum. En dandik kitle onlar. Zoru görünce kaçacak, yeni güce yanaşacak, Anadolu lümpeni tipli adamlardan bahsetmiyorum. Hakikaten gönülden bağlı olan insanlar.
Cemaat bitti mi/biter mi?
Kitapta 15 Temmuz darbe girişiminin kullanılan savaş uçakları, bombalar ve mermilere bakıldığında bir saldırı gibi göründüğünü ama aslında bir savunma hamlesi olduğunu söylemiştim. Cemaat epeyi mevzi kaybetmişti ve kalan mevzileri korumak için böyle bir savunma hamlesine kalkıştı bence. Girişim başarısız kalınca sağlam bir darbe almış oldular. Ama Cemaat’in bittiğini söyleyemeyiz. Hala çok paraları var, yurt dışında örgütlenmeleri var, güçlü bağlantıları var. Türkiye’de uyur haldeki potansiyellerinin ne kadar olduğunu da bilemiyoruz. Cemaat’le mücadele adına maalesef epeyi hukuksuzluk yapıldığı için alakalı alakasız her şeyin Cemaat’e bağlandığı algısı da giderek güçleniyor ve yayılıyor. Ki bu algı bütünüyle karşılıksız değil. Ama malum algının oluşmasında Cemaat’in sosyal medyayı açık ve örtülü hesaplarla başarılı biçimde kullanmasının da rolü var. Bazı muhalif gençler, özellikle siyasetle yeni ilgilenmeye başlamış ve filtreleri devreye girmemiş gençler buna çok kolay kapılıyor. Soruşturmalardaki tüm hukuksuzluklara karşı çıkmamız lazım ama bu örgütle mücadelenin gereklililiğini de unutmamamız lazım. Birkaç genç sosyal medyada dikkat çekecek diye henüz atlatamadığımız Cemaat badiresini küçümseme lüksümüz yok kesinlikle.
‘Medya güdümü’ yeni dönemde iki sonuçta da nasıl şekillenebilir?
Şu anda AKP’nin elinde ihtiyaç fazlası medya gücü var. Etkisi, ağırlığı olmayan bir sürü gazete, televizyon. Yapay reklam desteği olmasa ekonomik anlamda batık ve batak haldeki yapılar. “Varsın benim işime yaramasın, yeter ki karşı tarafın sesini aktarmasın” gibi bir anlayış olduğunu düşünüyorum ihtiyaç fazlası mecra stoklanmasında. AKP’nin seçimi kaybetmesi ya da Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilememesi durumunda bu düzenin sürdürülebilmesi imkansız. Tam yandaş, ağır yandaş mecralardan bazılarının kapanacağını ya da el değiştireceğini düşünüyorum. Bazıları da AKP yanlısı ve Erdoğan destekçisi olarak varlıklarını sürdürürler mutlaka. Çünkü kaybetseler bile yüzde 40’ın üzerinde oranlarla kaybedecekler ve işlevsel gazetelerin, televizyonların karşılığı olacak bir kitle var. Çok okuyan bir kitle olmasa bile çok seyreden bir kitle en azından. Yarı yandaş diyebileceğimiz, işte A Haber seviyesine düşmeyen, Güneş gazetesi filan gibi olmayan mecralar ise biraz daha merkeze kayıp eski tip merkez medyaya dönüşebilirler.
Peki, AKP ve Erdoğan kazanırsa ne olur?
Klasik medya cephesinde fazla bir şey değişmez. Ama son birkaç aydaki hava kaybedilmezse, bağımsız medya, yeni dijital medya, alternatif alanlar güçlenir. Öyle umuyorum. Tabii öncelikle seçimin siyasi değişim getireceğini umuyorum da, kötü senaryo durumu için beslediğim umuttan söz ediyorum.
Eski Türkiye’den bahsederken. 90’larda yayınlanmış bir ‘Süper Fm’ reklamı var. ‘Eski Türkiye’ hasreti o video üzerinden gideriliyor. İçkinin birçok sahnede gözüktüğü ve eğlenen bir ülke…
Çok laik çevrelere seslenen popüler figürlerin bile içkiyle fotoğraf çektirmeye çekindiği bir dönemden bahsediyoruz bugün. Elbette söylediğim iklimin tepkisi olarak sosyal medyada içki fotoğrafı paylaşma trendi de var. Evet, içki artık bir simgeye dönüştü. Benim için de öyle. 20 yıl önce içkinin benim için bir simgeye dönüşeceği aklımın ucundan geçmezdi mesela. Anlamlı mı, emin değilim. Ama gerçekçi. Çünkü toplumsal anlamda, o kulvarda bir geri gidiş var maalesef. “Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime/ar namus şişesini taşa çaldım kime ne” diye Nesimi’nin deyişi var ya… Nesimi’nin döneminde aykırı bir esermiş, değil mi? Belki Türkiye toplumu bir dönem o deyişin karşılık bulacağı düzeye yaklaşmıştı. Şimdi bunun gerisine gitmiş durumdayız. “Kime ne”yi çok rahatlıkla söyleyemiyoruz. “Kah giderim meyhaneye”. Herkes o kadar kolay söyleyemiyor. Bu da bence bir geriye gidiş. Demin sordun ya tahribat diye, bunun hemen bir iki yılda geçmeyecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama geçer neticede. Meyhaneye giden için de gitmeyen için de.
Siyasetçiler de var tabii…
Bir siyasetçiyi elinde kadehle gördüğümüzde bunu normal karşılayabileceğimiz günler kısa vadede gelebilir mi? İmkansız değil ama zor. Ha, içse ne olur, içmese ne olur? Sorun o zaten. Bizim bunları düşünür hale gelmiş olmamız.
Şehirler ne hale gelecek? Yıkılan, yepyeni hale gelen şehirler. En başta da İstanbul…
Bazı şeylerin dönüşü yok. İstanbul’a olan oldu. Yapıcı olun, yıkıcı olmayın denir hep. Hani Muharrem İnce diyor ya, ‘Saray’ı yıkmayacağım, bilim merkezi yapacağım’ diye. İstanbul’da birkaç yerin fiziksel olarak yıkılması lazım bence. Çok fazla insanın kullandığı, hatta yer yer benim de kullanmışlığım olan, ‘üçte birinin kaçak olduğunu herkesin bildiği bir alışveriş merkezi’ var mesela. Orada yükseliyor, insanlar da kullanıyor. İşlevsel bir şey de. Ama ibret oluşturması için kaçak yerlerinin yıkılması lazım. Emaar Square bütün Anadolu Yakası’nın silüetini bozuyor onun üç binasından bir tanesi. Onun tıraşlanması lazım.
Kitapta sözünü ettiğimiz meşhur Erdoğan’ın müteahhitine “Kırgınım” dediği sahil yolu üzerinden tarihi İstanbul’un silüetini bozan o katların yıkılması lazım. İbret olması için buraların yıkılması lazım. Bunu vaat eden kimse yok. Vaat etmek de cesaret ister. Çıkıp “Şurayı burayı yıkacağım” dese, “Vay bunlar yıkıcı” filan denir. Zaten muhalefetin özellikle sosyal demokratlara çok yakıştırılır “Bunlar hep yıkıcıdır” diye.
Birkaç yer simgesel olarak yıkılsa bile İstanbul’a olan oldu. Son kalan yerlerin artık tek tük korunması gerek.
Nasıl olur?
Bilmiyorum. Mesela şu anda seninle Kalamış’ta bir kafede konuşuyoruz. Yüzümüzü bir tarafa döndüğümüz zaman ya da kafamızı hafif eğerek baktığımız zaman şahane bir yerdeyiz. Hem denize doğru baktığımız zaman hem parka doğru baktığımızda. Hem de çok katlı binalara izin verilmeyen dar yapı şeridine baktığımızda. Açıyı biraz genişletirsek karşımıza yarı-Dubai bir yer çıkıyor. Buranın dönüşü yok. Burada çünkü bizim görüş açımızda onlarca, iki adım geri atarsak yüzlerce, hafif yükseğe çıkarsak on binlerce binadan bahsediyoruz. Olan oldu.
Bu tabii ki kaçınılmaz bir şeydi. İnsanlara da şunu diyemezsiniz ‘Depremden yıkılma riski olan bu çok eskimiş binalarda ömür boyu oturun’ diyemezsin. Burada köşkler vardı. Köşkler yıkılıp yerine şimdi yıkılmasına üzüldüğümüz o birkaç katlı apartmanlar yapıldı. Dönüşümün sürmesi kaçınılmaz belki. Ama bu kadar çirkin olması, böylesine bir açgözlülükle yapılması kaçınılmaz değildi.
Yine kitapta üzerinde durduğum önemli bir nokta var. Bir simge olarak konuşuyorum ama önemli bir simge. Şu anda içinde bulunduğumuz, benim de yaşadığım bölge. CHP’ye yüzde 80’den fazla oy çıkmış. Gezi direnişinde yaşlı teyzelerin bile sokağa çıktığı, destek verdiği ve içtenlikle de Gezi’deki ağaçları savunmuş bir bölgeden bahsediyoruz. Ama kendi apartmanları yıkılırken, kendi bahçelerindeki ağaçlara acımadılar. Evinin metrekaresi azıcık daha fazla olsun, değeri 10 bin dolar daha fazla olsun diye. AKP’li müteahhitler geldi, CHP’li komşular birbirine girdi. Bu son derece önemli bir şey. Uzun yıllardır burada yaşadığım için bunları çok yakından biliyorum. Genel rant ideolojisi çok yaygın bir şey. Ne AKP’ye ne Erdoğan’a ne AKP tabanına özel. Toplumun genelinin hücrelerine nüfuz etmiş bir şey.
Sizin de konuşmayı çok sevdiğinizi bildiğim için sona sakladım. Yemek yemek nasıl bir linç ve de gösteriş kültürüne dönüştü?
Burada üç faktör var. Bir, yemek kültürünün küresel olarak gelişmesi, popülerleşmesi. İki, yine küresel olarak gösteriş kültürünün yaygınlaşması. Diğer yandan bir sadelik ve minimalizm akımı da yok değil ama dağıtmayayım şimdi lafı… Ve üç, tesadüf değil tabii, bunların sosyal medyanın yaygınlaşma sürecine denk düşmesi. Böylece insanlar yediklerini içtiklerini göstererek, anlatarak statü kazanma alanları bulmuş oldular ve bu alanları kullanıyorlar. O kadar da olumsuz bir şey değil bütünüyle. Sosyal medyada silahlarını göstererek statü kazanmaya çalışan iptidai insanlar da varken yemek göstermek karşılaştığımız en vahim durum değil. Asıl sorun, işin içine sıkça küçümseme, aşağılama tavırlarının girmesi. Beni rahatsız eden şey, bu işte. Doğru, yemek zevki diye bir şey var. Hatta bunun göreceli zevk kriterlerinden öte daha somut kriterlere bağlanabileceği noktalar da olabilir.
Ama insanları yedikleri, içtikleri şeylerden dolayı, zevk alarak paylaştıklarını söyledikleri şeylerden dolayı aşağılamanın daha önemli gördüğümüz ayrımcılık türlerinden çok da farkı yok bence. Senin “Bunu beğenen sığırdır, onu yiyen çomardır” diye yorumladığın hadise bir ailenin nadiren yaşadığı mutluluk belki. 40 yılın başında çıkarmaya çalıştıkları bir keyif. Çok uzun laf etmeye gerek olmayabilir, bir kelime yetebiliyor bazen: Ayıptır!