UNICEF’in araştırmasına göre Türkiye’de şiddet uygulayanların yüzde 39’u, şiddet mağdurunun kocası… Yüzde 14’ü sevgilisi… Yüzde 11’i erkek kardeşi… Yüzde 8’i babası…
Yani katiliyle aynı evde yaşıyor, aynı yatağı paylaşıyor kadın… Katiliyle yatıyor her gece… Faşizmle bir yastıkta kocuyor.
Peki biz ne yapıyoruz yıllardır?
Öfke selinde her nasılsa bıçaktan kurtulmayı başarmış, yüzündeki morluk, makyajla örtülemeyecek kadar yayılmış, ağır yaralı kadınlara bir sığınak kurabilmek için çırpınıyoruz. Onlara saklanabilecekleri evler bulup yaralarını sarmaya çalışıyoruz.
Savunmadayız. Dayakçıya dokunamıyoruz. Tersine; onun şiddetine “namuslu” gerekçeler yaratıyoruz. Kazara hapse girerse bir bahane bulup serbest bırakıyoruz.
Hiç de eğlenceli olmayan bir safarideyiz: Hayvanlar serbest, kurbanlar kafes içinde…
Kadın temsilinin bu kadar az olduğu bir toplum ve iktidar yapılanmasından, farklı bir şey beklemek hayalperestlik olur. Gerçi, Kadından Sorumlu Devlet Bakanı kadının, “Şiddet özel hayata girer. Aile içi ilişki… Biz karışamayız” dediğini de gördük ya…
Yen içinde kırılmış kollar diyarı burası…
Hangi bıçaklanmış kadının katilini arasak, kan lekeleri bizi onun evine götürüyor. Her bıçakta, babasının, eşinin, oğlunun, sevgilisinin parmak izi…
“Yuva” diye anlattığımız masal, şiddetin sığındığı örgüt evi aslında; üretim merkezi…