MURAT SEVİNÇ
Bir memleket nasıl hem bu denli yavan, hem bu denli yorucu ve hem de bu denli heyecan dolu olabilir! Oluyormuş demek ki…
Yıllar önce, SBF’ye diplomatik yabancı dil dersine gelen çok sevdiğim emekli diplomat bir büyüğümüz vefat etmişti. Yaşını başını almış bir hocamızın vefat haberi aldığında ağzından çıkan ilk sözcüklerin, ‘Türkiye’den kurtuldu’ olduğunu hatırlıyorum. Bir yanıyla ne kadar yadırgatıcı, nahoş. Diğer yanıyla, ne denli içten bir tepki.
Türkiye ve dünyada olup bitenler üzerine az çok kafa yoran insanlara, yaşamlarının bir anında bu vahim yargıyı dillendirten bir yer Türkiye. İstanbul trafiğine benziyor topraklarımız. Belki dikkatinizi çekmiştir, İstanbul’da yaşayanlar trafik için ya ‘tıkalı’ ya da ‘akıyor’ tabirlerini tercih ediyor. Çünkü trafik hiçbir zaman ‘açık’ değil. Tümüyle ‘durmak’ ile ‘çok yavaş ilerlemek’ arasında bir yerlerde, her Allah’ın günü deliliğin sınırlarında geziniyor milyonlarca insan. Yapmaya çalıştıkları tek şey ‘bir yerden bir yere ulaşabilmek’ üstelik. Hepsi bu!
‘Yemin krizi’ adı verilen durum bunları düşündürdü. Çünkü 24 yıl öncesinde de yaşanmıştı. 1991 seçimleri ardından yemin eden Leyla Zana o yemini ettiği gün doğan çocuklar, bugün doktora aşamasında! Zana (ve arkadaşları) SHP çatısı altında girmişti TBMM’ye ve günün koşullarında son derece cesur bir iş yapıp Kürtçe ifadeler sarf etmişti. Tabii kıyamet koptu. Sonrasında yemin tekrar edildi vs…
O gün, o yeminin, o biçimde yapılmaması gerektiğini düşünen Kürt milletvekilleri de vardı; bunu herkes biliyor. Ben de yıllar sonra bizzat dinledim o vekillerin birinden. Ancak kendi aralarında anlaşamamışlardı. Bugün olduğu gibi. Her neyse, ‘açık’ olmayan ama tümüyle ‘tıkalı’ da olmayan Türkiye siyaseti, arada bir ‘akıyor’ işte. Hiç olmazsa bugün ‘saldırmaya’ kalkan olmadı!
Konuya dair son derece ‘sıkıcı’ bir anayasa değerlendirmesi yapmak isterim. Kısaca:
Öncesi
Nasıl olsa hiç kimse umursamıyor, bu nedenle sık yinelemekte yarar var! 2015’in 1 Kasım tarihinde yapılan seçim, demokratik bir seçim değildi.
‘Demokratik’ sıfatı, ‘seçim’in ayrılmaz parçasıdır. Daha açık ifadeyle, 2015 yılında bir seçimin ‘seçim’ olarak adlandırılabilmesi için, ‘demokratik’ ilkelere uygun yapılmış olması ‘zorunludur.’
Kasım seçimleri pek çok açıdan Haziran seçimlerinden dahi vahimdi. O meşhur 1946 seçimleri, şimdikinin yanında kırk kere zemzemle yıkanmış kabul edilebilir. Seçimler eşit koşullarda yapılmadı. Kamu kaynakları iktidar partisi lehine kullanıldı. TV’ler iktidar partisi ve devlet başkanı lehine olağanüstü orantısız yayın yaptı. Devlet başkanı taraf oldu. Muhalefet partileri serbestçe çalışamadı. Bir muhalefet partisi miting dahi yapamadı. Faili henüz açıklanmayan bombalar patladı. Toplum bizzat iktidar sözcüleri tarafından ‘beyaz Toros’larla tehdit edildi. Haziran’da HDP’ye oy veren milyonlarca seçmen ‘şerefsiz’ ilan edildi…
Saymakla bitmez. Bir kez daha: Türkiye’deki hiçbir anayasa/kamu hukukçusu bu seçimleri, arsızlık/yüzsüzlük yapmadan demokratik seçim başlığı altında anlatamaz. Bu kadar. Neyse ki memleketimiz arsız yazar yekûnu açısından hiçbir ‘sıkıntı’ yaşamıyor. İçimiz rahat…
Önemli olan şunu iyice anlayabilmek: Seçimlerin ‘serbest, eşit ve adil’ yapılması gerekliliği anayasal ve yasal zorunluluktur.
İktidar temsilcileri anayasal ve yasal zorunluluklara uymadı. Ve ne yazık ki 1950’den beri görev yapan, demokrasimizin ‘emniyet supabı’ YSK olan biteni izledi. HDP seçimlerin iptali için YSK’ye başvurdu. YSK bu haklı başvuruyu reddetti. Ret gerekçesi açıklayıp yayınlamadığı için, neden reddettiğini bilemiyoruz. Ama henüz alıklaşmadığımızdan, bu faslı şu varsayımla noktalayalım: YSK’nin yüksek yargıdan gelen yedi üyesi, Kasım seçimlerinin demokratik olmadığının farkında elbet. Buna mukabil YSK, farkında olduğu, görüp bildiği gerçeği söylerse ‘iptal’ tartışması gündeme gelecek. Ancak ‘Hayır, seçim ilkelerine bir aykırılık yoktur’ demeyi de kendine yakıştıramaz. Bu nedenle ‘Geçiştiriyor.’
Hukuken ‘açıklama yapmamak’, insani açından ‘insanların yüzüne bakamamak’ ile eşdeğer. Yüksek yargıdan gelen koskoca yedi yargıç. Bu durumda bize düşen, ‘Geçmiş olsun’ demek. Yazık.
Yemin aşaması
Demokratik olmayan seçimlerin resmi sonuçları açıklandı. Ardından olağan prosedür başladı. Önce yemin edilecek. Anayasa’da düzenlenen milletvekili yemini (md.81), ‘göreve başlamak’ için bir önkoşul. Kişi, seçildiğine dair tutanak kendisine verildiği andan itibaren milletvekili sıfatına sahip. O andan itibaren dokunulmazlığı var. Ancak TBMM’de görev yapabilmesi için yemin etmesi gerekiyor.
Yemin metninin içeriği, sözcükler şu bu… Hepsi tartışılır, itiraz edilebilir. Ama o itirazların anlamlı olabilmesi, örneğin metnin değiştirilmesi için bir öneri sunabilmesi de, öncelikle yemin edilmesine bağlı.
Bu tümüyle biçimsel bir ‘zorunluluk’ ve başkaca memleketlerde de farklı yöntemler var. Oralardaki vekiller de kendi kurallarına uyuyor. Obama ikinci kez seçildiğinde ABD Anayasa Mahkemesi (Yüce Mahkeme-Supreme Court) Başkanı ilk törende kendisini yanlış yönlendirince, yeminini bu kez Beyaz Saray’da yinelemek zorunda kaldı.
Bunlar biçimsel zorunluluklar. Keyfe bağlı değil. Vekil seçilen kişi, kürsüye ‘yalnızca’ yemin etmek için çıkar ve ‘başkaca bir söz söylemeden’ yemin metnini okuyarak kürsüden ayrılır. Bugün Deniz Baykal’ın mealen ‘Yeminden önce bir şeyler söylemesi anayasa aykırı değil, hatta besmele ile başlaması daha da sağlamlaştırır’ demiş olması, Baykal’ın fantezi dünyasının ürünü. O kürsüde bulunmasının tek nedeni ‘hayatta kalması/sağlıklı beslenmesi’ olan Baykal, son 50 yılını hizipçilikle geçirdiğinden sanırım artık sağlıklı düşünemiyor. Bu yöntemle, ‘yalnızca’ ama ‘yalnızca’ yemin metnini okumak için kürsüye çıkması gereken vekillerin her birinin, örneğin muhtelif dualar ya da sloganlarla başlamasının önünü açmış oldu. Kriz yokluğu çekiyorduk, hayırlı olsun!
Mensubu olduğu hareket nedeniyle ömrünü büyük haksızlıklara maruz kalarak geçiren, 1994’ün Mart ayında TBMM’de açıkça linç (sözlü!) edilerek dokunulmazlığı kaldırılıp alelacele yargılamanın ardından (arkadaşlarıyla birlikte) yıllarca cezaevinde kalan Leyla Zana, bu kez yemin metnindeki bir sözcüğü değiştirdi. Türk yerine ‘Türkiye’ ifadesini koydu. Siyasal açıdan yürekten katıldığım bir tavır. Anayasa’daki zaman zaman ırkçılığa varan etnik ifadeler sorunu bir an önce hallolmalı. Ancak halihazırdaki yemin metni de, ‘olduğu gibi’ okunmalı! Değiştirileceği güne dek.
Bir tavra siyasal olarak katılmak mümkün. Bu ‘katılma’, hukuksal açıdan yapılması gerekeni görmeyi engellemediği sürece. İki düzey birbirine karıştırıldığında, AKP’lilerin hukuka bakışlarıyla arada pek bir fark kalmıyor: ‘Beğenmedim, uymuyorum!’
Yemin sonrası
Hâl böyleyken, halen bir ‘vekil’ olan Zana, göreve başlayamadı. Yeniden okumayacağını açıkladı.
Sonuç:
1. Zana TBMM çalışmalarına katılamayacak (oy verme, komisyonlar vs.).
2. HDP’nin Meclis’teki ‘görev alabilecek’ üye sayısı, durup dururken bir kişi azalmış oldu.
3. Muhtemelen milletvekilliğinin düşmesi gerektiğini savunanlar olacak. Çünkü Anayasa’nın 84.maddesine göre, ‘Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine…’ genel kurulca karar verilebiliyor. Bu durumda ya vekilliğin düşürülmesi gündeme gelecek ya da bildiğim kadarıyla ilk kez yaşanan bu sorun, ‘görmezden’ gelinecek. İhtimal dahilindedir.
4. Zana’nın ‘temsil’ için, seçmenler tarafından TBMM’ye gönderilmiş olması, sorunun hiç kuşkusuz hem ‘oy verenler’ hem de partinin üye sayısı gücü açısından, ‘parti içinde’ tartışılmasına neden olacak. Ancak bunun Anayasa’yla ilgisi yok.
Ezcümle
Sanırım bu memleketin yöneteni, siyasetçisi artık bir konuda karar vermek ve bunu yurttaşa ilan etmek zorunda: Türkiye’nin bir anayasası ve yasaları var mı yok mu?
Soru saçma, farkındayım. Ama bu sorunun yanıtına göre, biz sıradan, basit, vasat ve ölümlü yurttaşlar da, yurttaşlık görevlerimizi yerine getirip getirmemeye karar verebiliriz.
Örneğin parlamenter sistemi buzdolabına kaldırdığını söyleyen, dilediği kurala uyup dilediğine uymayan bir devlet başkanına, ‘Ben de vergi mevzuatını buzdolabına kaldırmak isterim, çok ağır bu vergiler, ödemek gelmiyor içimden’ ya da ‘Askerlik mevzuatından hiç hazzetmiyorum, gidilmesin askere’ diyebilme hakkımız var mı? Örneğin bu satırların yazarı, ‘İdarenin yansızlığı ilkesini anlamsız buluyorum, hazzetmediğim öğrenciler dersime girmesin lütfen, onlara diploma da verilmemeli’ diyebilir mi, diyemez mi?
Yasalara ‘beğendiğimiz’ için mi yoksa ‘bağlayıcı’ oldukları için mi uyuyoruz? Yurttaşlık görevlerini yerine getirmeye çalışmak, siyasal bağlara yönelik bir uzlaşmadan mı yoksa akılsızlıktan mı kaynaklanıyor? Türkçesi; ‘Bizler yurttaş mıyız yoksa hıyar mı?’
Herhalde bu basit ve sığ soruların yanıtlanması gerekiyor. Aksi halde, anayasa ve yasaların istenildiğinde askıya alındığı, en basit anayasal ilkelere dahi uyulmadığı, yemin metninde bir sözcüğün değiştirilmesinin krize neden olduğu ancak o metni ‘doğru’ okuyanların her Allah’ın günü yeminini çiğnemesinin olağanlaştığı bir memlekette yaşamaya mahkûm oluruz. Olduk da nitekim. Bu mahkûmiyete, ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı’ diyoruz.
Bizi yönetenlerden, yaşamımıza dair karar alan o ‘büyük beyinler’den ya da onların şarlatanlığını yapanlardan biri çıksın ve genç bir insana, şu memlekette kuralara uymanın, dürüst yurttaş olmaya çaba harcamanın ‘erdem’ olduğuna dair tek bir gerekçe göstersin. Tek bir gerekçe. Fazla değil.
Memleketin haline uygun bir anayasal/hukuksal yorumla bitsin yazı: La havle…