HİLAL SARI
hilalsari@diken.com.tr
@hilalsaridacka
Bağımsız tiyatro B ï t e a t r a l tarafından sahneye konan ‘Sabıkalı Kalpler’in Caddebostan Kültür Merkezi’ndeki gösteriminin ardından yönetmen Ayşe Lebriz Berkem ile kadının toplumdaki yeri, toplumsal kutuplaşma, kadına yönelik şiddet, sınıfsal çatışmalar ve günümüz ilişkilerini seyirciyi gülmekten kırıp geçirerek ele alan bu kara komediyi ve tiyatronun ekonomik krizdeki varoluş mücadelesini konuştuk.
Öyle bir varoluş mücadelesi ki bu, oyun sonrası sahnede dekor ve malzemelerden sorumlu arkadaşların ortalığı toplarken yaşadığı bir sevince kulak misafiri oldum: “Çok mutluyum, bu sefer noodle yere dökülmemiş!” İşte ekonomik kriz bağımsız tiyatroları böyle etkiledi. Dekor sorumluları bir noodle’ı tekrar tekrar kullanabilmek adına tasarruf yapmaya çalışır hale geldi…
Oyundan kısaca bahsedebilir misiniz?
Oyun, Chicago’da boşanma aşamasındaki bir çift olan Ata (Dilhan Naz Özgülüş) ile Wib’in (Uluç Özkök) Amerikan rüyası evliliklerinin çöküşü sonrasında gelişen olayları sahneye taşıyor. Ata’nın, evine giren nevi şahsına münhasır hırsız Bo (Ayşe Yazıcı) ve yardımcısı Robbie (Kayhan Açıkgöz) ile absürt karşılaşması, karakterlerin kendileriyle yüzleşmelerinin başlangıcı oluyor.
Birlikte yaşayarak yabancılaşanlar ve birbirine güvenmeden iş tutan ortaklar. Kendi şehrinde tutsak olanlar ve yola çıkmaya hazırlananlar. Sınıf ve cinsiyet çatışmalarıyla âdeta mahkeme salonuna dönen ilişkiler ağında yaşanan sert varoluşsal hesaplaşmalar trajikomik bir hale bürünürken, oyun naif bir umudun hüznünü sahneye yansıtıyor. Kendi hesabını tutamayan kalp bir diğerine hesap sorabilir mi? Kendi günahlarıyla ‘sabıkalı kalpler’ birbirlerinin umutlarında beraat edebilir mi? Oyun, bu yaşamsal sorunu parçalarına ayırıp yeniden onarırken seyirciyi de tanıklığa davet ediyor.
Neden bu oyunu seçtiniz?
Bu oyun Mayıs 2018’de bir yapımcı tarafından getirildi. Oyunu okudum, bir daha okudum ve üçüncü okuyuşumda kafamda şekillenmeye başladı: Bir kadın hikayesi vardı ama o kadın hikayesinin arkasında gün ışığına çıkartılmayı bekleyen bir takım öğeler vardı ve iştahımı kabartan da aslında bu öğelerdi. Bu tür ‘ayrılıklara’ dair hikayeler zaten yazıldı çizildi. İşin esprisini yapıyoruz ama her kadının bir hikayesi var ve hepimizin hikayesi bilindik artık. Bizim için Sabıkalı Kalpler’de sadece bir ayrılık hikayesi yok. Burada katmanlar var. Bu katmanların hepsi o kadar sosyolojik, toplumsal ve sisteme dair ki… Hepsi oyunda bir araya gelmiş gibi. Oyundaki kadın karakterin (Ata) ayağa kalkması, kendi varoluşsal anlamını yakalayabilmesi için bir ötekiye ihtiyaç olduğunu görüyoruz.
Oyunda zengin iş adamı ve sadece hayır yemeklerine katıldığı anlaşılan bir çifti, karşısında da sosyal basamakların en aşağılarından iki hırsızı izliyoruz. Karakterlerden hiçbiri bir diğerinin üzerine çıkmıyor. Burada bizim toplumumuzdaki elitlere de bir dokundurma var mı?
Aslında yüzeysel bir dokundurma var ‘elit’ olana dair. Metinde, Ata’nın kocasının (Wib) temsil ettiği sınıfa yönelik dolaylı bir eleştiri var evet fakat oyunda ince bir dokunuşla bu eleştirinin altını biz biraz daha doldurmaya çalıştık. Sonuçta bir sınıf çatışması da izliyoruz iki kadın arasında. Wib çok iyi bir şirketin avukatı muhtemelen. Hayat standartları bir malikanede oturacak kadar yüksek. Ama burada beni asıl ilgilendiren bu iki kişinin ilişkilerini yürütememelerinin nedenleri idi. Oyunun bir noktasında sahneyi bir mahkeme salonuna döndüren o adama da söz hakkı vermek istedim. Bunun için de oyuncunun, Wib’i klişe bir yerden kötü adam olarak oynamasındansa inanarak oynamasını tavsiye ettim . Evet, sosyal sınıf çatışmasına bir dokundurma var oyunda ama bu farklı sınıflara mensup karakterlerin önyargısızca dinlendiği bir oyunu hedefledim Sabıkalı Kalpler’de. Bir de hatırlatmakta fayda var, oyunun bütün tartıştığı meseleler bir matraklık içinde yapılması trajikomik olmasını sağlıyor.
Kadının toplumdaki yerine dair de çok baskın öğeler vardı oyunda. Kadın konusunun bu kadar hassas olduğu bir ülkede ‘kadını dürtmesi’ açısından da önemli bir oyun. Sosyal statüsü ve eğitimine rağmen eşi tarafından ezilen ve şiddet gören bir kadın, eğitimsizliğine rağmen de güçlü kalabilmiş başka bir kadın izledik sahnede. Neydi burada seyirciye geçirmek istediğiniz mesaj?
Aslında ben Wib’e değil de kadına sormak isterdim: “Nasıl farketmedin?’’ diye… ‘’Ne oluyor da anlamıyoruz. Nasıl oluyor da anlamıyoruz?” diye… Buradaki çok uç bir hikaye de olabilir ama, sonuçta kadın (Ata) kendi kimliğine dair bütün her şeyi zamanla fark edemeden tüketmiş, vermiş, vermiş, vermiş bitmiş; kendisinden hiçbir şey kalmamış, o ‘bitmiş’ kimlikle adam zaten kadını ezmeye devam edecek. O yüzden bu ‘kimlik erimesi’nin nasıl fark edilmediği benim için daha vurucu bir nokta. Oyunda görüyoruz ki, Ata’nın parça parça, yer yer üç noktalı olarak konuştuğu, bir türlü öznesiyle, yüklemiyle, zamiriyle sıfatıyla tamamlamadığı cümlelerinin, “Ben – kadın – toplum – uygarlık…” sözlerinin gerisinde bir bilgisi, birikimi olduğunu, hayata dair yaşamsal bir coşkusunun olduğunu anlıyoruz. Halbuki kadın, bir ilişki uğruna kendi kimliğini yok ediyor, kendi değerini bir ilişki uğruna bilemeyecek hâle gelebiliyor.
Adam (Wib) “Para benim, eşya benim” diyor. Niye kadınlar özgürlüklerini kazanmalı diyoruz? Kendi ekonomik bağımsızlıklarına kavuşmaları bu yüzden çok önemli; zamanı geldiğinde gidebilmeyi sağlıyor. Üstelik bu da yetmiyormuş gibi fiziksel şiddete de maruz kalıyor, düşünün. Benim için oyunda gördüğüm üç tür şiddet de var: Bir fiziksel, bir dilsel, bir de gizli psikolojik şiddet var. Hepsi var bu oyunda. Fiziksel şiddet, artık ölme noktasına gelinen nokta ama o noktaya kadar şiddetin de kendi içinde katmanları ve dozları var. Adam kadını hiçleştirdi, aşağıladı tamam; ama o kadına sormak isterim: “Peki, sen ne yapıyorsun?”. Bo, O yüzden hırsız Bo’nun sorduğu bir çok soru gibi bu soru da çok can yakıcı benim için: Seni dövdü, peki sen ne yaptın?
Susuyor Ata… Hayattaki pek çok konudaki susuşlarımız geliyor aklıma…
Şehrin Chicago gibi bir metropol olması da sanki İstanbul’un toplumsal dokusuyla da örtüşmüş. Yerelleştirirken zorlandınız mı?
Hikayenin geçtiği şehir tam bir jungle, arka mahalleleriyle, gökdelenleriyle tam bir metropol ve İstanbul’daymış gibi ya da dünyanın her hangi bir yerindeymiş gibi hissediyorsunuz. Oyunda ele alınan ve Chicago gibi metropolde karşılaştığınız sorunlar her yerde. Kadına yönelik şiddet, sınıf çatışması, varoluşsal hesaplaşmalar coğrafyadan bağımsız olarak var.
Sabıkalı kalpler eğitimli kadınların da fiziksel şiddet gördüğünün altını çizen bir oyun değil mi?
Biz hep ekonomik zorluklar içinde olan kadınların şiddet gördüğünü duymaya alışkınız. Bir türlü ayrılamayan ve gitmek istediği zaman gidemeyen ve şiddete maruz kalan kadınların kültürel ve eğitim anlamında farklı bir sınıfa mensup kadınların başına geliyor zannediyoruz. Bilmiyoruz ki ‘eğitimli’ olan, kültür düzeyi yüksek kadınlar neler yaşıyor. Fiziksel şiddet görmüş olduğunu söyleyebilmesi belli bir zümre için çok daha zor. Bence orada da üstü örtülüyor. Belli köy ve kasabalarda, küçücük yerlerde fısıltı gazetesiyle dedikodu hemen yayılıyor. Fakat sosyal piramidin üst kısımlarında olan Ata gibi kadınlar bir rol içerisindeler, bu rolü kabullenmiş şekilde devam ediyorlar. Arada tek tük magazin olarak çıkanlar var, şiddete uğrayan, tacize uğrayan eğitimli ve çalışan kadınları nadiren de olsa görüyoruz.
Oyunda kadına pozitif ayrımcılık mı yaptınız?
Pozitif ayrımcılık mı yaptık? Kadın konusu bizim toplumumuzda zaten çok tartışılıyor. Oyunu izlerken “Siz de kadını haklı buluyorsunuz” diyenler olabilir ama dediğim gibi oyundaki herkese kendini ifade edebilmesi için söz hakkı verildi. Takdir izleyenin. Oyunda pozitif bir ayrımcılık yaptığımızı düşünmedim açıkçası; elimden gelse kadınları daha çok sarsmak isterdim doğrusu. Orada bir ihtiyaç var çünkü… hayatta ise pozitif ayrımcılıktan yanayım çünkü kadın ezildiğini veya şiddet gördüğünü söyleme cesaretine çok çok çok zor geliyor. O yüzden kadının konuşması, kendini ifade etmesi çok değerli bana kalırsa. 1000 dolarlık bir golf sopası yeri geliyor bir kadından daha değerli olabiliyorsa kadın buna ‘bir şey’ diyebilmeli. İşte biz de oyunda ilişkilerdeki kopuştan daha ziyade kopuştan çok daha önce, kopuşun habercisi sayılabilecek hususların nasıl oluyor da görmezden gelindiğini anlamaya çalıştık. İkisinin kendini rehabilite ettiği bir unsur var: Ata’nın kalemtraşı, Wib’in golf sopası gibi… Hatta Robbie’nin Chicago Bulls basket takımı hayranlığı da böyle bir şey…
Oyunda ABD’de gündemden düşmeyen bireysel silahlanma konusuna da bir atıf var. Bu ‘ötekileştirme’ vurgusu yapan da bir bölüm değil mi?
Aslında o bölüm metinde minicik bir yerde geçiyordu. Sadece kapıyı vuran bir kadın var: “İyi misiniz, bir silah sesi duydum” diyen bir dış ses vardı. Ata insanlara empatiyle yaklaşan bir kadın. O komşu kadın ise bu empatinin karşısındaki diğer uçta ve bu ‘en uç’ oldukça ötekileştirmeyi beraberinde getiriyor. Kadın ne kadar “Sizin için endişeleniyorum” dese de önerdiği şey bireysel silahlanma. “Bayan Windust, alın şu AK-47’yi içiniz rahat etsin” diyor. Ve tehdit olarak gördüğü o öteki için ‘’mahallemizden de gitsinler, şehrimizden de, ülkemizden de…” diyor. Öteki mahallelerdeki insanlar o kadın için nasıl korkutucu bir öğe oluyorsa artık kadın silahlanma ihtiyacı hissediyor. Oysaki tehdit olarak gördüğü ‘öteki’ dediği hanenin içinde. Peki biz o ötekiyle nasıl bir araya geleceğiz? Nasıl birbirimizi anlayacağız? Aslında günümüz toplumlarının büyük bir yarası bu. Ama esas olan oyunda kadının söylediği ‘’şiddet şiddeti doğurur…’’ meselesi. O yüzden çok kritik ve çok tedirgin edici bir durum bu bireysel silahlanma meselesi…
Dahası, komşu kadının bir kadın olması da önemli –bir erkek olsaydı tamam deyip geçer, önemsemezdik– ve bu kadının “Alın şu silahı, koyun yastığınızın altına, kurtulun” demesi de düşündürücü… kendisini ne kadar güvensiz hissettiğinin bir işareti. Suç meselesi metropollerin çok büyük bir derdi ama çözüm bireysel silahlanma olmamalı.
Ayrıca o kadının da toplum içerisinde bir kadın olması – bir erkek olsaydı tamam deyip geçebilirdiniz, ama kadın olması, bir kadının “Alın şu silahı, koyun yastığınızın altına, kurtulun” demesi de kendisini ne kadar güvensiz hissettiğinin bir işareti.
Peki ekonomik krizde Biteatral nasıl ayakta kalmaya devam ediyor? Biraz da varoluş mücadelenizden bahsedelim mi?
Aslında her meslek kadar zor -gazetecilik de bunlardan biri- ve bizler de bu zor koşullarda tiyatro yapmaya çalışıyoruz – zorluklarla baş etmeye çalışıyoruz. Hepimiz için çok zor ayakta kalmak. Ama bence bugün artık bir oyunu sahneye koyabilmek bile başlı başına bir direnç. Bence sorumluluğumuz daha da büyük artık. Yaptığımız işi özellikle bugün çok iyi yapmak durumundayız. Bu yüzden belki de fazla titiziz. Bu imkansızlıklar içinde iyi bir iş çıkartmak boynumuzun borcu ve işinde titiz olanlar için, olduğu kadarına razı gelmek istemeyenler için bu çok daha zor gerçekten.
Başımızdan çok şey geçti bu süreçte. Yapımcımız vardı fakat tamamen etik nedenlerle yollarımızı ayırmak zorunda kaldık; bu kararla bir anda deyim yerindeyse emeklerimizin karşılığını alamadan sokakta kaldık. Emek verdiğimiz ve severek çalıştığımız oyunu bize olan borcuna karşılık üzerimize alıp oyunu sahiplenmeye karar verdik. Bir turne yaptık oyunu ayağa kaldırır kaldırmaz. Ve oradan gelen parayla oyunu oynayabilmek için aldığımız borçlarımızı ödedik ve şimdi de oyunu oynamaya devam etmeye çalışıyoruz. Şu anda bizim için tek önemli olan şey devam edebilmek. Bu zor süreçten sonra oyunu oynamak hepimize çok iyi geldi. Bir kere şu anda bu oyun, bizim varoluş mücadelemiz, motivasyonumuz. Bir var olma mücadelesi bile diyebilirim. Şimdi geleceğe dair neler yapabileceğimizi düşünme noktasına geldik. Parasızlıktan Bïteatral olarak bir şey yap(a)mıyorduk, yani “Ne zaman paramız olur o zaman yaparız” diyorduk. Ama hayat işte! Yapımcı ile yaşadığımız tatsızlık oyunu Bïteatral’e kaydırmamıza neden oldu. Biïteatral hepimizin, bir kişinin değil. Önümüzdeki dönem tekrar oturup düşüneceğiz. Ama temkinli gitmek zorundayız, Türkiye’nin ekonomik durumunu göz ardı etmeden. Hepimiz kıt kanaat geçinen insanlarız ve bedel ödemeye razıyız ama bu bedel hayatlarımızı sürdürememe noktasına getirecekse bizi orada durabilmeliyiz.
Bağımsız bir tiyatro olarak en çok nerede zorlanıyorsunuz?
Bir oyunun lendi kendini döndürmesi için seyirciye ulaşmanız gerekiyor. Bu bir problem. Sahnelere girmek zor. Biz sokakta kalmıştık. Bir dostumuzun aracılığıyla ve Kadıköy belediye başkanının da desteğiyle Caddebostan Kültür Merkezi sahnesini verdiler bize. Aslında normalde kirası 2 bin liraydı. Biteatral olarak bilet paramızı 40 liraya çektik ve o sayede kiranın daha cüzi bir miktar olmasını sağladık. Bütün bunlar “Dyonisos yanımızda olsun” tüm bu destekler yolumuzu açan birşey.
Bir oyunun kendi kendini döndürmesi için –kazanması için değil bu nokta çok önemli– seyirciye ulaşması gerekiyor. Bu bir problem. Çünkü seyirci oyun tercihini daha çok ‘tanınmış/popüler’ simaların olduğu oyunlardan yana kullanıyor. İlgisini çekmek için epey çabalamak gerekiyor. Sonra… Sahnelere girmek zor. Biz sokakta kalmıştık. İlk aklıma gelen Haluk Bilginer’e telefon açmak oldu; “Zor durumdayız” dedim. Hemen “Bakalım ne yapabiliriz” dedi ve uygun olan tarihte bize gün verdi. Sonra bir baktık Mayıs’ta da gün verdiler. Çok sevdiğim bir dostum “Das Das’la konuşayım mı Ayşe” dedi, ‘’konuş’’ dedim. Bir ara Das Das’ta da oynayacağız. Yine bir dostumuzun aracılığıyla Kadıköy Belediye Başkanından rica ettik; kendisi destek oldu ve böylelikle Caddebostan Kültür Merkezi’nde oynayabildik. Bütün bu destekler yolumuzu açıyor adeta. Yani ilk kez hayatımda –bir şey istemeye çok çekinen bir insanım aslında– ama bu o kadar varoluş mücadelesi ki artık benim için – ilk kez yüzümü kızartmadan kendimi ‘isterken’ buluyorum.
Daha da yapılması gerekenleri düşününce “Dyonisos yanımızda olsun“ diyorum.