GÜLBEN ÇAPAN
gulbencapan@diken.com.tr
@istanbulartsnob
Bağımsız ve kar amacı gütmeyen sanat mekanı AVTO, sergilerini İstanbul Arnavutköy’deki Fethi Tınmaz Yalısı’nda sürdürüyor. 19’uncu yüzyılda inşa edilen, Art Nouveau öğelerini barındıran yalı, AVTO’nun gereksinimlerine göre yeniden yapılandırıldı ve Arjantin’den dört sanatçının bilim ve sanatı bir araya getirdiği ‘İletide Kaybolan’ sergisine kapılarını açtı.
29 Aralık’a kadar açık kalacak sergide Lole Remon, Federico Gloriani, Federico Barabino ve Marcos Calvari’nin eserleri yer alıyor. Evrenin nasıl işlediğini anlayabilmek için bilimin sınırlarını zorlayan işler üreten dört isim arasındaki Remon, sergiye çok kanallı video formatındaki bir makaleyle eşlik ediyor. Metin, bireysel öznellikler tarafından inşa edilen kolektif gerçekliği oluşturan söylem ve dünya görüşlerinin biçimi ve anlamı üzerine sorgulama niteliğinde.
“Doğayı da Batı’nın kurallarına göre algılıyoruz” gibi söylemler ve Avusturyalı filozof Wittgenstein’a atıfta bulunduğu cümleler simsiyah bir ekranda her 10 saniyede bir yayınlanıyor.
1988 Arjantin doğumlu Remon’la tanıştım; hikayesi ve Wittgenstein’ın dil üzerine çalışmalarıyla sanatçının astronomi üzerine çalışmalarının nasıl buluştuğu üzerine sohbet ettik. Sohbet uzun, umarım Wittgenstein seviyorsunuzdur!
‘Lusia Remon’ olarak dünyaya gelmesine rağmen Lole Remon’u tercih etmesini, “Lole cinsiyetsiz bir isim. Toplumsal sınırların ötesinde yaşamak lazım” diyerek açıklıyor. Remon, Wittgenstein’ın da vurgu yaptığı gibi dilin sınırlılığını eleştiriyor olsa da dil öncesi resim tekniğini kullanma şansına sahipken ‘yazıyı’ seçerek sanat üretiyor. Bu paradoks için de “Paradoksun içinde zorlanmayı, zorlanırken de sorgulamayı seviyorum” diyor.
2018 Temmuz’undan beri İspanya’nın Barcelona kentinde yaşayan sanatçının, çocukluğu boyunca ileride bilim insanı olmak gibi bir hayali varmış. Evrenin sınırlarını çözümlemek, gezegenleri yakından incelemek ve aklındaki, dünyaya ve evrene dair sorulara cevap bulmak istermiş.
Astronomi eğitimini bırakmış
Astronot olmak için Mar del Plata Üniversitesi’nde astronomi bölümüne kabul edilen sanatçı eğitimini yarıda bırakmasını şu sözlerle açıklıyor: “Matematik ve fizik çalışmaktan gezegenlere sıra gelmedi. Yıllık müfredat bitmeden yeni senenin derslerini almaya başlıyorduk. Program çok yoğundu ve benim sağlığım bozulmaya başlamıştı. O sırada bu bölümü bırakmaya karar verdim.”
Remon, sanata nasıl yöneldiğini ise şöyle anlatıyor: “Hangi fakültede eğitim göreceğim konusunda kararsızdım. Ne meslek yapmak istediğimi de bilmiyordum. Tek bildiğim aklımda birçok soru olduğu ve hangi mesleği yaparsam yapayım sorularımı cevaplamamda bana yardım edecek bir meslek olmalıydı. Aynı üniversitenin sanat fakültesine girdim. Mezun oldum. Ve, hala bilimsel konular üzerine çalışıyorum; o şekilde üretiyorum. Yüzlerce sanatçı arasında bugün yine en çok hayranlık duyduğum kişi Stephen Hawking’dir.”
Astronominin ‘sınır’ sözcüğü üzerine çalışmaya devam ettiğini anlatan Remon, çocukken de bugün de uzayın sınırsızlığı üzerine düşündüğünü anlatarak, “Buradaki işimde de kelimeler üzerine sınır ve sınırsızlık üzerine çalışıyorum” diyor.
Güzel sanatlar fakültesinden mezun olduktan sonra çok uzun süre kendisini yazmaya adadığını söyleyen Remon şöyle devam ediyor: “Annemden kalma eski bir daktiloda yazıyordum. Aklımdaki her şeyi yazıya döküyordum. Hiç aklımda yokken, bir sanat profesörü bana bu yazıların da bir çağdaş sanat üretimi olarak sergilenebileceğini söyleyince ben de üretimlerime büyük ölçüde yazı ile devam ettim.”
Yazıyı bazen kağıtta, bazen video ekranı içinde, bazen de bir enstalasyona dahil ederek seyirciye aktaran Remon, Arjantin’deki bir sergisindeki bir işinde, duvardaki sanat eserinin baskısını -ifade özgürlüğünün gerçek anlamda özgürlük olabileceğini kanıtlamak adına- sanatseverlere ücretsiz sundu.
‘Doğru cevaplardan ziyade doğru sorular insanlığı aydınlatır’
Bir başka kağıt ise bu baskının nasıl çerçevelenip sergileneceği hakkında bilgi veriyordu. Astronomide yönelttiği soruların cevabını sanatla sorgulamak ve sorgulatmanın ona yeterli gelip gelmediğini soruyorum. Şöyle yanıt veriyor: “Sanatla ilgili sevdiğim şey sorunu da cevabını da halka açık ortamlarda sunabilmek. Bilim insanıysan halkla her şeyi paylaşamazsın, kurallara ve kanunlara uymak zorundasın. Ben bu şekilde kendimi daha özgür hissediyorum çünkü hem bilimi hem felsefeyi kullanarak üretip istediğimi özgürce söyleyebiliyorum. Cevaplar istiyorum ama araştırdıkça soruların daha önemli olduğunu fark ediyorum. Aslında doğru cevaplardan ziyade doğru soruların insanlığı aydınlatabileceğini düşünüyorum.”
Remon, sınırlandırmalar ve kayıplar üzerine üretiyor. Wittgenstein’dan yola çıkarak ve onun söylemlerine referans vererek dilin sınırlandırmalarıyla bizim algımızdaki sınırların altını çiziyor. Doğayı algılayışımız, hayatı algılayışımız, her şeyin bir ZIP dosyası gibi sıkıştırılmış olması… aslında deneyimsel olarak ve algımızda birçok kayıp vererek o şekilde sıkışmış hale dönüştüğümüzü söylüyor. Bu kayıplarla gelen bir yas tutma sürecine de biz ‘Hayat’ diyoruz.
‘Sınırlı olan biziz’
Sanatçı bu sınırlılık haliyle ilgili şunları söylüyor: “Bizim yaşam deneyimimizde var olmak sanki tek bu şekilde var olmak gibi sunulsa da aslında sınırsız var olma biçimleri olduğuna inanıyorum. Fizik kuralları ve bilimin son yıllardaki araştırmaları da bu yönde ilerliyor. Filmlerde de izlediğimiz paralel evrenler ve paralel var olma biçimleri bizler için de geçerli. Ama sınırlı olan biziz, dolayısıyla olduğumuzun haricinde var olma biçimlerini algılayamıyoruz. Çok sınırlı olmakla birlikte kullanmadığımız çok fazla şey var. Mesela beynimizin bile çok sınırlı bir kısmını kullanıyoruz.”
Beden ve yaşadığımız zaman dilimi içindeki hapis durumumuzu hatırlatıp, ikisinden de sıyrılıp özgür olacağımız anın belki de ölüm anı olacağı yönündeki görüşümü aktarıyorum. Remon, ölümden çok korktuğunu ifade ediyor ama bana katıldığını söylüyor: “Her türlü bilginin ve deneyimim zamanlar arasında farklı dalgalar ile ölüm sonrası devam ettiğine inanıyorum. Bu kavram bugün hala bilimsel olarak kanıtlanamıyor. Lakin, bilimin de insan üretimi olduğunu unutmamak lazım ve bilim de dille sınırlandırılmış bir kavram. Wittgenstein paradoksuna baktığımızda da bunu görüyoruz, bilimi de biz yarattık. Dolayısıyla hala aynı sınırlar içindeyiz.”
Peki ya dil öncesi dönem? Orada insan hayvanlar ve bitkilerle de iletişim kurabiliyordu. Dünyanın daha fazla farkındaydı belki de. Dilin iletişim için değil de kontrol etmek için kurulup kurgulandığı konusunda ne düşündüğünü soruyorum.
‘Düşünce üzerine çok fazla yazılıp çizilen altıncı duyu’
Şöyle yanıt veriyor: “Kesinlikle katılıyorum. Dile dair her şey zaten kontrol etmek için kurgulandı. Hukuk da dile bağlı, din de. Dil olmadan olamazlar. Beyin ise sınırsızdır ama biz hep sınırlı şekilde onu kullanıp geçmiş deneyimlerimizi silip yerine yeni deneyimler koyuyoruz. Dediğin gibi en önemli sorun dil öncesi zamanı hatırlayamıyor oluşumuz. Anılar ve bilgiler tıpkı travmalar gibi genetik olarak aktarılıyor. Fakat bilim insanları, bizi (bilincimizi) o sıfır noktasına yani maymun olduğumuz o noktaya nasıl götürebileceklerini bilmiyorlar. Hep ileriye konsantreyiz ama belki de aradığımız cevaplar ileride değil, geçmiştedir. Dili kullanmadan iletişim kurmayı bilmediğimiz gibi dili kullanmadan düşünmeyi de beceremiyoruz çünkü düşünce sistemimiz bile dil üzerine kurgulanmış. Halbuki ben düşüncenin, üzerine çok fazla yazılıp çizilen altıncı duyu olduğunu düşünüyorum. Ve, asıl bu altıncı duyumuzu farklı kültürlerden edindiğimiz deneyimlerle eğitebileceğimize inanıyorum.”
Wittgenstein, bazı şeylerin açıklanamaz olduğunu ve onları o şekilde kabullenmemiz gerektiğini, asıl o açıklanamayanların en değerli olduğunu vurgular. Belki de bütün bu soruların ve sorgulamaların ardından, sınırlı oluşumuzu, zamanın ve bedenin içinde hapsoluşumuzu kabullenerek en değerli olanı da böylelikle kapsamaya devam etmemiz gerek. Wittgenstein’a selamla, teşekkürler Lole.