MURAT SEVİNÇ
Aşağıdaki satırlar, Abdullah Gül’ün çatı adaylığı ihtimalini doğru bulmayanların, bir kesim yazar ya da siyasetçinin zannettiği kadar aymaz olmadığını, saçmalamadığını, duyarsız davranmadığını anlatabilmek için kaleme alındı ve tahmin edebileceğiniz gibi, yine biraz uzun oldu!
Yüksek okul diploması olan yurttaş nüfusunun kahir ekseriyetinin cumhurbaşkanı olmak istediği güzel memleketimizde, bir haftadır Abdullah Gül’ün adaylık ‘ihtimali’ konuşuluyordu ve dün (Cumartesi) sona erdi. Eğer Meral Akşener ikna edilebilseydi, mümkün olabilirdi. Bu durumda Akşener’e teşekkür borçluyuz demektir! Her ne kadar CHP adına açıklama yapanlardan biri olan Özgür Özel, keskin bir biçimde “Abdullah Gül ismi gündemimizde olmadı” dese de, herkes biliyor ki, söylediği doğru değil! Her neyse, konu (şimdilik) kapanmışa benziyor…
Takip edebildiğim kadarıyla bir hafta içinde, “İlk turda çatı aday olmalı” diyenler ile “İlk turda herkes kendi adayını çıkarmalı” diyenler ve “Çatı aday Abdullah Gül olabilir” diyenler ile buna karşı çıkanlar arasında saflaşma yaşandı… Şu bir haftanın koşuşturması içinde okuyabildiğim yazılardan, bana kalırsa ayakları en yere basanı, Kemal Can’ın ‘Abdullah Gül ne bekliyor?’ başlıklı makalesiydi. Gazete Duvar’daki bu yazıyı okumanızı öneririm. Tabii, benzer yönde düşünen/yazan başkaca yazarlar da oldu; örneğin Cumhuriyet’te Özgür Mumcu gibi, ABC’de Deniz Yıldırım gibi. Zaten siz de takip etmişsinizdir.
Abdullah Gül meselesine gelmeden önce, şunu bir kez daha yinelemek isterim:
Türkiye seçmeni ve siyaseti, henüz iki turlu seçimin mantığını tam anlamıyla kavrayabilmiş değil. Bunu yakınımdakilerden de biliyorum. Doğaldır, bizim için çok yeni bir yöntem. İki turlu seçimde, evet ilk turda kazanmak elbette mümkün olabilir, ancak asıl mesele, ilk turda olabildiğince çok seçmeni sandığa çekmektir. Eğer 2014 seçiminde, katılım yüzde 74 yerine yüzde 80’lerde olsaydı, Erdoğan’ın yüzde 51 küsur ile kazanması mümkün olmayacak, ilk turda yüzde 50’nin altında kalacaktı.
Hâl böyleyken, hangi adayın kaç oy alacağını tam olarak kestirmek mümkün olmasa da, herkesin kendi adayı için sandığa gitme seçeneğinin katılımı artıracağını varsaymak, falcılık olmaz. Bu nedenle, ilk turda her partinin kendi adayını çıkarması, seçmenin sandığa gönül rahatlığıyla gitmesi, ‘çatı aday’ riski ile karşılaştırıldığında daha kullanışlı bir yol.
Şunu unutmamakta yarar var: Çatı aday demek, o çatının altındaki tüm partilerin oy oranlarının tümünün ‘firesiz toplamı’ demek değildir. Diyelim ki sıradan bir seçimde, CHP ile İP (İyi Parti)’nin oy toplamı yüzde 35 ise, ortak adayın yüzde 35 alacağının bir garantisi yok. Daha fazla ya da daha az olabilir. Bu nedenle, “Çatı aday olsaydı ilk turda seçimi muhalefet kazanırdı” diyenler, o partilerin seçmenlerinin tamamının gidip Abdullah Gül’e oy vereceği sonucunu, hangi kapsamlı araştırmadan çıkarıyorlar, söz konusu düşüncenin nesnel temeli nedir, anlamakta zorlanıyorum. Ya, bizlerin hiç bilmediği bir takım sonuçlar var ellerinde; ya da kendi varsayımlarını ‘gerçek durum’ kabul ediyorlar.
İkinci turda ‘ittifak’ ise, bana kalırsa mutlak zorunluluk. İkinci olan aday da, bir başkası (üçüncü) lehine çekilebilir, mümkündür. Yeter ki ittifak olsun. Bu yönteme en iyi örnek, yine Fransa’dan verilebilir. Jacques Chirac ile Le Pen ikinci tura kalmıştı ve Fransa’da pek çok sol görüşlü seçmen, Le Pen tehlikesine karşı, üçkâğıtçı olduğunu bildikleri Chirac’a oy verdi. Le Pen, seçilemedi. Dolayısıyla ikinci tur her türlü ittifaka açıktır. Bir önceki yazıda, kişisel olarak ‘tuzluğa’ oy verebileceğimi söylemiştim. Evet, benim için ikinci turda adayın bir ‘tuzluk’ hatta artık yazmayan bir ‘tükenmez kalem’ olması fark etmiyor. Ancak ilk turda istediğim adaya gönül rahatlığıyla oy vermeliyim. Tabii ilk turda oy verdiğiniz aday ilk ikiye girmişse, o zaman tuzluğa iltifat etmeye gerek kalmayabilir!
(Bir küçük hatırlatma. Seçim yasasında değişiklik yapan 7140 sayılı yasanın (R.G. 25.04.2018) dördüncü maddesine göre (b): “İkinci oylamaya katılmaya hak kazanan adaylardan birinin herhangi bir nedenle seçime katılmaması hâlinde; ikinci oylama, boşalan adaylığın birinci oylamadaki sıraya göre ikame edilmesi suretiyle yapılır. Ancak ikame, geçici sonuçların ilânını takip eden gün saat 17.00’ye kadar yapılabilir.” Görüldüğü gibi, ikinci turda çekilme/ittifak için çok kısa bir süre öngörüldü.)
Neredeyse hiç konuşulmayan (yeni sistemde bir hükmü kalmadığı için!) TBMM seçimleri içinse, yıllardır en anlamlı seçenek olduğunu düşündüğüm ‘ittifak’ formülü kabul edilmelidir. Başka yolu yok. Muhalefet, hem ‘yüzde 10 baraj utancını’ yalnızca bu yolla aşabilir, hem de TBMM’de çoğunluğu (300+1) bu şekilde sağlayabilir. Aklın yolu bir. Umuyorum, özellikle ‘had safhada iyi parti’nin HDP’ye yönelik saçma sapan tavrı değişir ve ittifak sağlanır. Kabul etmek gerekir, tüm bu süreçte CHP’ye çok iş düşüyor, zira muhalefet partileri arasında köprü vazifesi görebilecek durumda. Daha doğrusu, ‘niyetlendiğinde’ kurabiliyor!
Gelelim Abdullah Gül’e…
Siyasetteki figürlere yalnızca duygusal ya da politik reflekslerle değil, ‘mesleki alet edevatla’ da yaklaşıyorum. Bu yazıda, Abdullah Gül’ün azgın kapitalist siyasetin yılmaz savunucularından oluşu, siyasal İslam’ın ‘gülen yüzü’ oluşu, son on altı yılın sorumlularından oluşu gibi konulara girmeyeceğim. Herkesin bu çerçevede edeceği bir araba dolusu lafa vardır.
Burada, öncelikle nasıl bir cumhurbaşkanı olduğuna, ardından, adı adaylık için geçtiğinde yönelen tepkilerin en muhtemel gerekçelerine değineceğim.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı:
2007 yılında Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilemesin diye, önce AYM (367 kararıyla) buna alet edildi, ardından yapılan ilk seçimde AKP oyları yüzde 47’ye fırladı ve Gül yeniden aday olup bu kez MHP’nin de desteğiyle cumhurbaşkanı seçilebilmeyi başardı. 2007’de ‘yapılanlar’ kendisine haksızlıktı ve sonunda, hak ettiğini aldı.
Abdullah Gül’ün ‘Çankaya noteri’ olduğunun altını çizerek yoğun biçimde eleştirenler var yıllardır. Ben, Gül’ün Çankaya noterliği yaptığı, ancak bunun ‘eleştirilmemesi’ gerektiği kanısındayım! Geçen yıl yayınlanan (İletişim) Türkiye’nin Anayasa İmtihanı adlı kitabımda da, bu kanımı açıklamaya çalışıyorum. Kısaca: Kişilere duyduğumuz sevgi ya da sevgisizlik, bizleri olup biteni yalan yanlış anlatmaya sevk etmemeli. Parlamenter sistemin cumhurbaşkanlığı, siyasal sorumluluğu olmayan bir mevkidir. Dolayısıyla yetkileri de sınırlıdır. Büyük ölçüde semboliktir. 16 Nisan’dan önceki anayasa metni, evet cumhurbaşkanına ucu açık bazı yetkiler tanıyordu ancak cumhurbaşkanlarının, parlamenter kurumun mantığı gereği, bunları aşırı (ya da kötüye) kullanmaması bir gereklilikti. Parlamenter sistemin cumhurbaşkanı (16 Nisan öncesi Anayasasına göre de), eğer bir hukuka aykırılık görmezse, ‘önüne geleni imzalamakla’ mükelleftir. Tabii, eğer bir sorun varsa uyarır ve anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü belli metinleri de AYM’ye gönderir. Dolayısıyla, parlamenter sistemin cumhurbaşkanı, Alman cumhurbaşkanı gibi, İngiliz kraliçesi gibi, bir tür noter vazifesi görür. Çünkü siyasal sorumluluk onda değil, bakanlar kurulundadır. Tekrar: Eğer bir sorun tespit ederse, mahkemeye başvurabilir, DDK’yi harekete geçirebilir ya da hükümeti uyarı görevini yerine getirebilir. En basit ve özet haliyle böyle anlatabilirim.
Hal böyleyken Abdullah Gül, görevinin son bir kaç yılına dek parlamenter sistemin ruhuna ve ilkelerine uygun bir cumhurbaşkanlığı yaptı. Bunu, ilkelere sadakat duyduğu için mi yoksa AKP’li olduğu için mi yaptı, bilemem. Muhtemelen AKP’li olduğu içindi. Ancak söz konusu varsayım, sonucu değiştirmiyor. Son bir kaç yılında ise, parlamenter sistem cumhurbaşkanı olduğunu unutup (ki, Ahmet Necdet Sezer de son yıllarında unutuvermişti!) tam bir AKP’li gibi davrandı. Gül’ün son zamanlarındaki cumhurbaşkanlığı, bu nedenle başarısızdır. Hukuka açıkça aykırı olduğunu bildiğini söylediği yasaları (internet yasası gibi) onayladı, memleket adım adım felakete sürüklenirken uyarı görevlerini yerine getirmedi, vesaire… Muhtemelen attığı her adımda yeniden AKP’nin başına geçeceğini hesap etmiştir. Başka türlü bu kadar yanlı davranılmazdı herhalde. Ezcümle, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı, birbirinden ayrılması gereken iki ayrı fasıldan oluşuyor. Değerlendirmelerde göz önünde bulundurmakta yarar var.
Cumhurbaşkanlığı sonrası ise, başka bir macera. Dört yıldır, hemen hiç bir rezalete gıkını çıkarmadı. Hiç bir hukuksuzluğa tepki göstermedi. ‘Devlet adamı ağırlığı’ adı verilen tuhaf bir şey var, malum. Abdullah Gül’ün sessizliği bu ‘ağırlığın’ hayli abartılmış bir türü müydü, yoksa bütün kariyeri boyunca ‘armudun pişip ağzına düşmesini mi bekledi’, tam manasıyla bilemem.
‘Aman canım, Gül ile Erdoğan arasında ne fark var’, gibi toptancı yaklaşımlara da pek katılamıyorum. En azından ben baktığımda hayli fark görebiliyorum doğrusu. İnsafsız olmamak gerek. Buna mukabil, her ne kadar farklı üslupları benimsemiş olsalar da, Abdullah Gül’ün memleketin bu hale gelmesinde azımsanmayacak payı olduğunu düşünenler de, haklı. Ancak kişisel olarak bu payın büyük diliminin, özellikle sessizlikle geçen son yıllara ait olduğu kanısındayım.
Örneğin, üç beş ay önce lütfedip, hukuk devleti açısından facia olan bir KHK’yi eleştirir gibi yaptığında, AKP’den yönelen tepkiyi görünce geri adım atması, Abdullah Gül’ün genel profili açısından epey bilgi verici.
Sahi Abdullah Gül, bir önceki seçimde milyonlarca oy alan ve önümüzdeki seçimde yine aday olacak Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde tutulduğunu, duymuş mudur ki? Sanmıyorum, yoksa herhalde bir şeyler söylerdi!
‘Cemaat’ konusuna hiç girmeyeceğim. Zira AKP’de tek bir Cemaat sempatizanı ya da işbirlikçisi olduğunu sanmıyorum. Olsa, mutlaka çıkardı. Zaten öyle görünüyor ki, Cemaat virüsü büyük ölçüde Marksist (ve Ateist/Deist) bir örgütlenmenin ürünü ve Türkiye’de kendisini Cemaat sızmalarından koruyabilmiş başlıca iki kurum var: Evvela AKP ve ardından Ankara Üniversitesi. Ancak şunu söylemeden geçmek istemiyorum. Yalnızca tek bir örnek: Örneğin hem Gül’ün hem de Davutoğlu’nun ‘en yakınındaki’ diplomat olan (Mülkiye’den), onların döneminde hızla büyükelçi yapılmış Gürcan Balık, iki yıldır ‘FETÖ’ gerekçesiyle cezaevindeyken bu insanların ortalıkta bu denli rahat ve sürekli gülümseyerek dolaşmaları, çok rahatsız edici değil mi? Davutoğlu döneminde Dışişleri Bakanlığı’na çuval çuval alınan memurların azımsanmayacak bir kısmı, artık yok. Fakat Kısa Adam, sürekli sırıtıyor! Gerçi, al birini vur ötekine, diğerleri çok mu farklı diyeceksiniz…
Gül’ün çatı adayı olmasına karşı çıkanların, bunu yalnızca ‘kimlik saplantıları’ nedeniyle yaptıklarını iddia edenler çok yanılıyor. Onlara, AKP’nin şöhretli dört kurucu isminden biri olan Abdüllatif Şener’e neden böyle bir tepki olmadığını ‘düşünmelerini’ öneririm. Ayrıca, kimsenin CHP’den devrimci sol bir ismi aday yapmasını beklediği filan yok. Ama herhalde devrimci sol bir adayla, çatıyı Abdullah Gül’ün kuracağı ittifak arasında da, bir ‘dünya’ var. Eğer ana muhalefet o ‘dünyayı’ keşfedemiyorsa, sağa sola sitem etmek yerine kendisine ‘Biz ne işe yarıyoruz?’ sorusunu yöneltmesinde büyük yarar olur.
Abdullah Gül’ün adaylığı konusunda ısrarcı olanlar, bizlerin görmediği neyi görüyor? Bakın; halihazırda bürokrasinin durumunu, yargının durumunu, ekonominin durumunu, toplumsal yarılmayı vs. bir yana bırakıyorum. Hepsini. Gül’ün adaylığını destekleyenlere yalnızca şu soruyu yöneltsem, çok mu alınırlar! On binlerce insan işinden atılır, aileleri sefil olur, ‘intiharlar’ yaşanırken; hiç bir facia hakkında tek sözcük sarf etmemiş birinin, ‘Hadi hepiniz mecburiyetten arkamda hizalananın şimdi’, kibri karşısında, ne düşünmeliyiz? Üstelik, bunu bile başkalarına söyletirken! Ağaç kemirmesi önerilen, ailesi karanlık sularda boğulan insanlar, misal, ne söylemeli? Aylardır, yıllardır, temelsiz iddianamelerle cezaevinde tutulanlar, hangi yanıtı vermeli? Şehirleri dümdüz edilenler? Bu nasıl bir kibir hakikaten?
Peki, bizlerin bu insanlara, ağır mı ağır simalara, “Allah aşkına siz kimsiniz; Güller, Arınçlar, şunlar bunlar, siz kimsiniz…” deme hakkımız yok mu? “On altı yıl sonra bu memleket size mi muhtaç kaldı?” sorusunu yöneltemeyecek miyiz? Neden?
Muhalefete dönüp “Çatık kaşlı siyasal İslamcıyı, güler yüzlü siyasal İslamcıyla mı alt edecektiniz?” Muhalefetiniz bundan mı ibaret, desek… Olmaz mı?
Şu koşullarda ‘seçim’ konuşmak, sanki her şey olağanmış gibi yazıp çizmek dahi ziyadesiyle tuhafken; Abdullah Gül’ün, armut pişip de çatı aday gösterilmediği için aday olmayacağını açıklaması, son derece sevindirici bir haber.
Muhalefet partilerinin başka isimler üzerinde uzlaşmayı, ikinci turda ittifak yapmayı başaracak, HDP’yi dışlamayacak kadar olsun akılları fikirleri kalmıştır, umuyorum.
Yok eğer, hiç birinde böyle bir çap ve öngörü yoksa ve milyonlarca seçmen, partilerini bu yönde harekete geçirecek güç, moral, irade ve istekten yoksunsa…
O zaman memleket, hak ettiği neyse onu yaşar…
Yazı önerisi: KHK’ler ile ilgili ‘ikinci’ kapsamlı yazımızı buraya bırakıyorum.
Bir haber: Aybars Akdoğan adında bir yurttaş, CHP’nin halkoylaması sonrasındaki tavrını protesto etmek için, 16 Nisan’ın sene-i devriyesinde, Maltepe’den Ankara’ya ‘tek başına’ yürüyüş başlatmış. Hiç bir yerde haber olmadı. Yürüyüşü sürüyormuş. Konuyla ilgilenecekler, Aybars Akdoğan’ın facebook hesabına, oradaki açıklamalarına bakabilir.