ÇİĞDEM DEMİR
Bugünlerde Ankara yine gelenekselleşmiş haberlerden biriyle gündemde: Zaten kuş kadar kalmış yeşil alanlardan biri daha yollara kurban. İşe yarıyorlarmış gibi.
Şehirciliğin binbir yüzü var, muhtemelen Ankara’da hepsi beriki kadar kötü. Ama bugünlük başkentin olmayan toplu taşıma hizmetine giydirmek istiyorum. Anlatacaklarım anekdotal, ama kötü şanstan ibaret olmadıkları muhakkak.
Ankara, akşam saat dokuz itibariyle sokakların Kerbela’ya döndüğü bir koca başkent. İnsan ürküyor sokakta yürürken. Eh iklimin sertliğinin ufak bir etkisi olabilir, ama burada karasal iklime sahip kaç cıvıl cıvıl başkent olduğunu saymak istemiyorum. Resmi olma, memur kenti olma gibi klişeler de açıklamıyor durumu. İnsanlar erkenden evlerine dönüyor, yalnız çok evcimen olduklarından değil, aynı zamanda toplu taşıma rezalet olduğundan.
Havanın bile suçu var ama ‘başganın’ yok
Temmuz sıcağında Kızılay’a gitmek için Kuğulu’da otobüs bekliyordum, çantam ağırdı, taşıyamayacaktım. 35 dakikalık bekleyişin ardından o mucize kamu hizmeti ufukta göründü. Şu güzelliğe bir bakınız. Medeniyet! Dolu tabii. Neyse. Trafik kilit. Ah şu çanta olmasa bu mesafeyi şimdiye çoktan yürümüştüm.
Şoför hata yapanlara sokuyor lafları. Arka arkaya. Onlar yüzünden oluyor. Herkese araba veriyorlar. Ticariler. Kadın şoförler. Taksiler. Bisikletliler. Motosikletliler. Bir tek belediye yok listede. Havanın bile suçu var ama başganın yok. Doğru düzgün toplu taşıma olsa böyle olmaz diyorsun, tersliyor, siyasi konuşuyorsun diyor. Yav diyorum, İstanbul da sizden, ama vallahi daha iyi. Tamam – toplu taşıma özelinde – olması gerekenden çok uzak, ama burasıyla kıyas kaldırmaz. Rezillik bu yahu.
Yok kabul etmiyor, yol yaptırmıyorlar diyor. İki ağaç kessek ayağa kalkıyorlar diyor.
İşte ortalama bir Avrupa başkentinin iki katı nüfusa sahip Ankara’da belediyenin çalışanlarına bellettiği şehircilik ufku: Ağaç kesmek, yol açmak. Afferim.
Olan bundan ibaret
Seçeneklere bakalım. Otobüsler. Sayıca azlar, sık değiller, akşam 20.00’den sonra bulabilirsen ne mutlu. Bu kış haftada dört gün eğitime gitmiştim, akşam 21:45 gibi durağa varıyordum, hava -15 derece. Bekliyorum, ama o soğukta ne kadar beklenir? Her akşam taksiye binemem. Haydi yürü 5 kilometre yolu. 45 kiloya düşmem fena olmadı, ama herkes yürüyemez ki.
Halk otobüsleri tam bir dert. Kart sistemi geçersiz, aktarma mümkün değil. Şoförler, benim gözlemlediğim kadarıyla, mahir değil, kaba, ihlalci.
Metro. Anlatmaya gerek yok. Bitmiyor, biten gelmiyor, gelen gitmiyor, birbirine bağlanmıyorlar. Kötü bir sevgili gibi, olmasa daha mı iyi diyorsun. Neredeyse yan yana iki yerleşim olan Çayyolu’ndan Batıkent’e gitmek için önce merkeze geleceksin. Hem bu nasıl bir metro ki sabah trafiğinde o mesafeyi arabayla metroyla aldığının yarı zamanında alabiliyorsun? Zaten pek metro da yok. Çoğunluk için seçenek dahi sayılmaz.
Minibüslere, Ankara’daki adıyla dolmuşlara gelirsek, kimse onların bir toplu taşıma modu olduğunu iddia etmesin. Yoğun göç zamanlarının politikasızlığı sonucu insanların kendi başlarına ürettikleri çözümden fazlası değiller. Düzensiz, gelir mi gelmez mi bilinmez, kalabalık, aktarma yapamazsın, ani fren yapar biteviye, tutunmak iş. Olur da bir kadın olarak içinde yalnızsan, evin yolunu bulana kadar yaşayacağın stresin haddi hesabı yok.
Bisikleti saymıyorum bile. Ankara’da Azraille dans etmekten farksız.
Ankara’ya vardım, eve varamıyorum
Deniz de yok. Geriye ne kaldı, taksi, araba ya da evden mecbur kalmadıkça çıkmamak.
Taksi pahalı, yürüme mesafesi 20 lira yazıyor, herkesin gücü yetmez. Tabii taksi bulabilirsen. Ya da buldururlarsa. Gar örneğini vereyim. Sözüm ona Türkiye’nin en modern gar binasını yapıyorsun, akşam saat 19:35’te Pendik’ten kalkan tren saat 23:50 gibi iniyor Ankara’ya. İnsanların trenden inişleri metrobüsü aratır. Neden mi?
Taksi için sıra kapmak zorundalar da ondan. Gardan o saatte hiçbir, tekrar ediyorum hiçbir toplu taşıma seçeneği yok. Şanslıysan bir yakının alır, yoksa eşek gibi bineceksin o taksiye, 20 dakika kuyruk bekleyerek üstelik. Tutmuş orayı iki değnekçi, yoldan geçen taksiye binmene de izin yok. Kimsiniz siz? Ne hakla? Hangi anlaşmanın karşılığı bu tekel? Yanıt yok. Orman kanunu. Öyle cafcaflı gar binası yapmakla olmuyor beyim, gece koynunuzda misafir etmeye niyetiniz yoksa bağlantılarını kuracaksınız.
Türkiye’de kişi başı en çok otomobil burada
Geriye ne kaldı, araba alacaksın. Artık bir şekilde kendini zorlayıp alacaksın.
Yakın çevrem üç aileden oluşuyor. 18 yaşını geçkin toplam sekiz kişilik bir nüfus. İki bebek, bir de ihtiyar anneannem var. Toplam araba sayısı: Altı. Erkek kardeşim işe başka türlü ulaşamadığı; karısı, yani ikizlerin annesi de arabasız eve hapsolacağı ve acil bir durumda çıkamayacağı için sadece o dört kişilik hanede iki araba var.
Ailenin orta yaşlı kadınlarının, bir yere gitmek için sürekli çocukları ya da eşlerine ‘dilenmek’ zorunda kalmalarının, eve tıkılmalarının onur kırıcılığını saymıyorum bile.
Bir yetenek elbette, öğrenilse iyi olur, ama kimse otomobil kullanmak zorunda değil. Korkabilir, çekinebilir, istemeyebilir. Maddi durumu elvermeyebilir. Park sorunu olabilir. Olabilir de olabilir.
Ama Ankara’da öyle olmuyor, yollar araba kaynıyor. Türkiye’de kişi başı en çok otomobil burada. Havası kirli, temizleyecek orman yok, olanı da telef ediyorlar. Vergiler yüksek, yakıt pahalı, park ayrı dert. Bakımı, sigortası, temizliği derken kambura dönüşüyor. En beteri de trafik. Sabah elinde kitabın, gazeten ya da telefonun, metroyla güzel güzel işe gelmek varken, direksiyon sallamak ne kadar keyif verebilir ki?
Toplu taşıma haktır, bizden çatır çatır alanların sunmak zorunda oldukları bir hizmet. Zorunda oldukları. Bir şehirde yaşayan herkes, kadın, yaşlı, çocuk, engelli, bisikletli, öğrenci, çalışan, hepsi işlerine, evlerine ya da sadece akşam gezmesine güvenle ve sorunsuz ulaşabilmeli.
Ankaralılar, bu kadarcığa hakkınız olmadığını mı düşünüyorsunuz? Neden duruyorsunuz?
Hala bu ‘başganı’, bu zihniyeti başında tutanlar, canınıza mı susadınız?