MURAT SEVİNÇ
Başlığı, yeni anayasanın ‘başlangıç’ kısmı için öneriyorum; böylece iki kesimin de gönlü olur!
Türkiye, can güvenliğimizin olmadığı bir tımarhaneye döndü. Tımarhane sakinleri sabahtan akşama dek anayasa konuşuyor, buna mukabil tek satır anayasa tartışması yapılmıyor…
Çünkü yapılamaz. Bu koşullarda ve bu kişilerle tartışılamaz.
‘Tartışma’ eylemi için, tartışacak tarafların ve tartışılacak konunun belirlenmiş olması gerekir. O tarafların, tartışma konusu hakkında fikir/bilgi sahibi olmaları gerekir. Tartışmaya uygun atmosfer ve ‘izin veren’ hukuk sistemi gerekir. Tartışacak tarafların kendilerini özgür hissedecekleri bir yargı düzeni ve olabildiğince ‘eşit koşul’ gerekir. Eşit koşullar, tabii yine ‘olabildiğince’, özgür bir basınla mümkündür; yayın politikası ‘yalan’ ve ‘dalkavukluk’ olmayan basın organlarıyla okuma yazma bilen gazeteci/yazar/muhabir gerekir.
Dert belli, çizgi belli
Türkiye’de ne bu koşullar ne de yaratmaya niyetli bir yönetim var. İlk günden itibaren bir ‘dertleri’ var ve bu, Batı demokrasileri benzeri bir demokratik rejim değil.
Daha önce de defalarca yazmaya çabaladım: Yönetenler, niyetlerini saklamadı. Milli Nizam Partisi ile partileşen siyasal İslam çizgisini izleyen, Talebe Birliği’nden, Komünizmle Mücadele Derneği’nden, tarikatlarından gelen bir siyasal kadro nasıl bir siyaset izlerse, bunlar da o çizgiyi izliyor.
Kendilerinden uzun süre demokrasi beklentisi oluşu, söz konusu siyasi kadronun değil, bekleyenlerin sorunuydu. Her eleştireni aynı torbaya doldurup ‘darbeci’, ‘Ergenekoncu’, ‘barış sürecine zarar veren’ muamelesi yapan ve yıllarca AKP’nin hacetinde boncuk arayanların sorunu. Şimdi kalkmış, asla sonlanmayan ‘kibirleriyle’, faşizm riskinden dem vuruyor ve yurttaşı uyarıyorlar. Sağolsunlar…
Hep iki adım ileri bir adım geri
AKP’nin taktiği malum. Adım at, bekle, eğer fazla tepki gelmiyorsa bir adım daha at. Adımları atarken mümkün mertebe gerginlik yarat. Eğer geri adım atmak zorunda kalırsan, bekle, bir daha dene.
Bu arada, kimsenin dikkatini çekmeyecek işleri görmeye devam et. Örneğin kıyı ve imar kanunlarında değişiklik, örneğin kamulaştırmalar, örneğin sit alanlarının imara açılması, örneğin yeni HES’ler, örneğin kadrolaşma, örneğin parsel parsel satma… Bu konuları takip eden ve yıllarca çığlık çığlığa Türkiye’yi uyarmaya çalışan meslek odalarını da ‘müesses nizamın temsilcileri’, ‘Kemalist’ vs. gibi sıfatlarla adlandırıp kahraman liberallerin desteğini al. O desteğe gereksinim duymayacak kadar güçlü hissettiğinde, yola tek başına devam et. Ve tabii, kapkaççı kapitalizmini sürdürebilmek için en elverişli araç olan ‘din perdesi’ni elden geldiğince kalınlaştır ki dışarıdan bakanlar içeriyi göremesin…
İki adım ileri bir adım geri ilerleyen ‘hareket’ için dönüm noktası hiç kuşkusuz 2010 değişiklikleri oldu. Yargıyı, özellikle HSYK’yi ele geçirmek için 20 küsur maddelik ‘süslü’ bir paket hazırlandı. Başardılar. HSYK halloldu.
AYM’nin tam olarak halledilmesi için üç beş yıla gereksinim var. Şimdi yüksek yargıyı tümüyle dönüştürmekten söz ediyorlar. Önce konuyu açıyorlar. Deneyecekler. Kuşku yok.
Aynı taktiği yıllardır izleyen siyasal hareket, şimdilerde başkanlık ve laiklik adımları atıyor. Deniyor. Olmadı, biraz bekleyip yine deneyecek.
Toplum başkanlık konusuna alıştırıldı. Şimdi kamuoyu oluşturma aşamasına geçildi. Her yerde konuşulması sağlanıyor. Başkanlık olmadı mı? O zaman yarı başkanlık. O da mı olmadı? ‘Partili cumhurbaşkanlığı’ ne güne duruyor! Hükümet sisteminin önemi yok çünkü. Bütün mesele orada kalmak. İktidara tutunmak. Bırakmamak. Gitmemek. Yani aslında istedikleri hükümet biçiminin gerçek adı, ‘bir kez yapıştım ölsem bırakmam’ sistemi. Türk tipi dedikleri böyle bir şey…
Son olarak laikliği gündeme getirdiler. Kazara değil. Dil sürçmesi değil. Denediler. Tepki, beklediklerinden fazla oldu. Biraz bekleyip yine deneyecekler.
Bu arada kuşkusuz, karşı çıkan herkesi önce fısıldayarak, sonra çok daha gür bir sesle ‘dinsiz’ ilan edecekler. ‘İslama karşılar’ propagandası yapacaklar. ‘Allah adı sizi neden rahatsız ediyor?’ diyecekler. İlk deneme, konuyu güçlü bir biçimde gündeme taşımak içindi.
Trajikomik bir durum
Anayasal ilkeler, yorumlanarak yaşama geçer. Yorumu, öncelikle yargı yapar. Başıboş yapmaz; başta anayasa, yasalar, sözleşmeler, hukukun genel ilkeleri, literatür olmak üzere beslendiği pek çok kaynak vardır. İnsan hakları alanı geliştikçe, ilkelerin yorumunda farklılık olur.
Laiklik, yürürlükteki anayasanın temel ilkelerinden biri. 1937’den bugüne anayasal ilke. Neymiş efendim, ‘özgürlükçü laiklik’ tanımı yapılacakmış. Anayasal ilkeler, yorumlanır. Özgürlükçü yorumlarsanız, özgürlükçü olur. Tanıma ne gerek var? Laf olsun torba dolsun. Oldu olacak bütün ilkeler tanımlansın: ‘Türkiye Cumhuriyeti cici insan haklarına had safhada saygılı, fena halde sosyal, nefis mi nefis demokratik, Allahına kadar laik, ultra hukuk devletidir.’ La havle…
Uygulamadaki sorunlar bir yana, laiklik bir ‘ilke’ olarak, demokrasinin vazgeçilmez koşulu. Yeryüzünde, laik/seküler olmayan bir demokrasi yok. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olup demokrasiyle yönetilen tek ülke ise Türkiye. Laiklik ilkesi sayesinde. 2016 yılında, ‘laiklik’ demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ koşulu demek zorunda kalmak ise, trajikomik bir durum.
Geri zekâlı muamelesi yapmayın
Türkiye’nin muhtelif ideolojiye sahip üçkâğıtçı yazar, siyasetçi ve hukukçuları; bir konuyu değerlendirirken her zaman ‘istisna’ örneklerden hareket eder ve bu örnekleri mutlak birer gerçeklik olarak sunar. Örneğin yıllarca partiler hakkında kapatma davası açan ve Türkiye’yi bir parti mezarlığına dönüştürenler, “Ama Almanya’da da partiler kapatılıyor” derdi. Doğru, ancak orada yalnızca iki parti kapatıldığını ve ikinci kararın 1956’da alındığını söylemeyi unutuverirdi. Laiklik tartışmasında da AKP’liler, anayasasında laiklik olan ülkelerin ne kadar az sayıda olduğunu söylemekle meşgul şu aralar. Ancak o ülkelerin bu sorunu çoktan çözdüğünü, böyle bir ilkeyi anayasal hale getirmeye gereksinim duymadıklarını, farklı tarih ve geleneklere sahip olduklarını söylemeyi ihmal ediveriyorlar!
O üçkâğıtçılara, şark kurnazlarına, şunu söyleyelim: Siz yurttaşa İngiltere ya da Norveç koşullarını yaratın, o zaman hiç kimse anayasadaki ilkelerle bu kadar ilgilenmez, endişeniz olmasın. Yeter ki geri zekâlı muamelesi yapmayın!
Anayasa değişikliği değil, rejim değişikliği
Bülent Ecevit, laiklik ilkesinin ‘Cumhuriyet’in Aşil topuğu’ olduğunu söylemişti. Çok da haklıydı. Uygulamadaki sorunlar, katı ve hukuk dışı yorumlar bir yana… Bugün laiklik ilkesinin Anayasa’da yer almasına rağmen görmezden gelinmesi, ihlal ediliyor oluşu bir yana… Sorunları tartışmak için dahi, öncelikle o ilkenin varlığını sürdürmesi gerekli.
Laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılması ve anayasaya dini terimler yerleştirilmesi, sıradan değişiklik önerileri değil. Laik Cumhuriyet perdesinin indirilmesi anlamına gelir. Bu da bir anayasa değişikliği değil, rejim değişikliğidir. Rejim değişiklikleri, anayasa komisyonlarında yapılmaz. O komisyonlarda, karşılıklı oturmuş vekiller ‘Evet beyler, din devleti mi olalım yoksa laik mi, ne dersiniz?’ şeklinde konuşmaz. Ya da birileri çıkıp ‘Yahu cumhuriyet yerine monarşiyi mi tercih etsek ki?’ sorusunu yöneltmez. Herhalde bilmeyen yoktur!
Birileri rejim değiştirip laik cumhuriyetin sonunu getirmek isterse, birileri de buna karşı çıkar. Denemeyi düşünenler, herhalde farkındadır.
Muhalefet, muhtemel ve riyakâr ‘din düşmanlığı’ itham ve propagandasına zerrece aldırış etmeden karşı çıkmalı, gerekli tepkiyi göstermelidir. Türkiye halkı, laik cumhuriyeti cami avlusunda bulmadı…
Not: Bugün Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan’a verilen ikişer yıl hapis cezası, ‘düşünce/ifade özgürlüğü’ açısından son büyük skandal. AİHM kararlarına aykırı olan bu ceza, ayrıca anayasasında ‘laik’ olduğu hükme bağlanmış Türkiye Cumhuriyeti yargısı tarafından verilmiştir. İşte durum, bu denli vahim…