ERAY ÖZER
Bazı insanlar vardır, tanımasanız da, aynı ortamı paylaşmasanız da arkadaş olmak istersiniz. Fatih Akın böyle insanlardan. Televizyondan, gazete ve dergilerdeki söyleşilerinden yansıdığı kadarıyla, kendisiyle ve yaptığı işle barışık, Türkiye ve Almanya’nın yanısıra tüm dünyadaki sosyal meselelere duyarlı ve hepsini kendisine dert edinen bir adam.
Üstelik komplekssiz. Ve buradan aldığı güçle cesur.
Cesaret kısmı önemli. Çünkü bu topraklarda ‘Ermeni meselesi’, Fatih Akın’ın tercih ettiği ifadeyle ‘Ermeni Soykırımı’ üzerine söz söylemek, yazı yazmak, eser üretmek hiç şüphe yok ki cesaret isteyen işler.
Cesaret ürünü
Akın’ın son filmi ‘The Cut/Kesik’ işte böyle bir cesaretin ürünü. Filmi yeni izlemiş ve içeriğine dair ‘sıkı’ bir eleştiri yazısı yazmaya karar vermiş birisi olarak bu kısma geçmeden önce belirtmeliyim ki Akın’ın Türk asıllı bir yönetmen olarak bu cesareti göstermiş olması büyük bir önem taşıyor.
Bütün bu önemin yanında, Kesik ne yazık ki Akın’ın Uğur Vardan’la yaptığı söyleşide belirttiği gibi bir ‘Soykırım’la yüzleşme’ filmi olmaktan çok uzak.
İyi de neden?
Bir kere her şeyden önce bir ‘soy’un, neden ‘kırıl’dığını anlatmak gibi bir derdi yok.
Ermenilerin bu topraklardan niçin sürüldüğünü, niçin yüz binlercesinin katlediğini filmin başındaki -Akın’ın deyimiyle- ‘Star Wars benzeri’ üç cümleye sıkıştırdığınızda, geri kalan koca bölüm boyunca tekil bir adamın, bir Ermeni olan Nazar’ın, Kürt’ü, Türk’ü, Arap’ı, Amerikalısı fark etmez, her milletten insandan gördüğü kötülüğe tanıklık ediyoruz.
İşin tuhafı, Türklerle Ermeniler arasında yaşanan bu kadar büyük bir trajedinin anlatıldığı ‘Kesik’te nerdeyse hiç Türk karakter yok. Çalışmayana kırbaç vuran, döven, küfreden klişe Türk askerlerini saymazsak geriye sadece ‘Bütün Türkler kötü değil’ kontenjanından hikayeye dahil edilen Mehmet karakteri kalıyor ki onun üzerinden bir ‘Soykırım’ın ‘zalim’ tarafını anlatmak zaten imkansız.
Bu hikaye, nihayetinde bir bakıma da, bütün kurumlarıyla topraklarında yüzyıllardır yaşayan kadim bir halkı kırıma uğratmak isteyen bir devlet aklının hikayesi. O aklın teslim edildiği, o çatışmanın vücut bulduğu bir karakter eksikliği, ‘Soykırım’a uğrayan Ermeni halkının yaşadıklarının -ne yazık ki- peş peşe, sağlıklı sebep-sonuç ilişkileri kurulmadan ve gayet klişe bir anlatım diliyle ifade edildiği ilk perde boyunca yoğun biçimde hissediliyor.
İngilizce niye yeni öğrenilmiş gibi?
Bu eksiklik hissine kötü oyunculuklar ve İngilizce tek başına hadi tamam da, neden yeni öğrenilmiş gibi konuşulduğunu anlayamadığımız bir İngilizce (sahi niye öyle? karakterler Ermeni diye mi?) eklendiğinde insanda Ramazan aylarının klasiği ‘Çağrı’ filminin kötü bir kopyasına benzer bir film izlediği duygusu oluşuyor.
Fatih Akın, yukarıda bahsettiğim söyleşide filmin kendisi için her şeyden önce bir western olduğunun altını ısrarla çiziyor. Sahiden de, Mardin’in, Halep’in Resulayn’ın sarp yamaçlarında, derin vadilerinde birbirine bağlı köleler, kum fırtınası içerisinde ilerlemeye çalışan Nazar, doğru kadrajlarla beraber insanda bir western duygusu yaratıyor. Ve tabii fondaki müzikle…
Fakat bizi büyük bir acıyla yüzleştirmeye çalıştığı her halinden belli olan böyle bir hikayede, geniş açılarda çölde, vadide insan manzaralarından ziyade karakterlerin yüzlerindeki acıyı okuma isteği seyirciye ağır basıyor. Kaldı ki, Akın’ın da dediği gibi ‘üzerine çok az eser üretilmiş Ermeni Soykırımı gibi bir konu’ şu aşamada ne Kesik’teki Tarantinovari sahneleri kaldırabilir, ne de ne bileyim örneğin Inglorious Bastards’taki türden bir ‘humor’u.
Anadolu’da western, western diyarında ise Avrupa sineması
Hikaye sanki asıl ikinci perdede başlıyor: ‘Soykırım’ esnasında kaybettiği kızlarını arayan bir baba. Sadece ikinci perde kendi başına bir film aslında.
Fatih Akın, Uğur Vardan’la söyleşisinde ‘Soykırım’la ilgili yedi yıldır çalıştığı için belki de herkesin konuya vakıf olduğu hissiyle hareket ettiğini, bu nedenle öyküde bazı kopukluklar olabileceğini dile getirmişti. Bense tam aksini düşünüyorum. Filmin ilk yarısındaki ‘bilmeyenler için hızlıca ve arka arkaya Soykırım’ın kısa tarihi’ kısmı olmasa, ikinci perdenin öyküsü aslında basitliğiyle büyük bir acının dili olabilecek bir öykü.
Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim, Anadolu topraklarındaki western yerine, western’in doğduğu topraklarda geçen ikinci perdeye yansıyan bağımsız Avrupa sineması dili ‘Kesik’e kesinlikle çok daha fazla yakışmış.
Üzülmek yetmez, utandırmalı
Kısacası bir samimiyetin ürünü olduğuna hiç şüphe duymadığım ‘Kesik’, ne kadrajını küçültüp insan hikayesine dokunmaya çalıştığı, ne de zoom out’la hikayenin bütününü göstermeyi amaçladığı anlarda Ermeni halkının yaşadığı acıları, katliamın vahşetini ve büyüklüğünü göstermeyi başarıyor.
Fatih Akın’ın konuyu uzun yıllar çalıştığına hiç şüphem yok ama filmin sonunda insanda, demek ki ele alınan ‘Soykırım’ gibi büyük harfle yazılan bir konu ise başka bir derinleşme, belki de kişisel hikayelere ve ayrıntılara daha fazla hakim olmak gerekiyor, duygusu uyanıyor.
Kesik’i izlerken başroldeki Nazar’ın yaşadıklarına ve içine düştüğü duruma sadece üzülüyoruz. Oysa bizim üzülmemiz tek başına yetmez, olan bitenden dolayı utanmamız gerekiyor. ‘Kesik’ iddiasındaki bir filmin bizi utandırması gerekiyor.
Öyle değil mi?