
ECE ÇAVUŞLU
ececavuslu@gmail.com
@Ececavuslu
2018 yılında Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen ve hayli ses getiren ‘Su Kürü’, Begüm Kovulmaz’ın çevirisiyle Can Yayınları’ndan yayınlandı.
İzole bir adada, babaları olan Kral’la ve kitap boyunca ismi dahi geçmeyen anneleriyle yaşayan üç kız kardeş Grace, Lia ve Sky’ın dışarıdaki toksik dünyanın kadınlar üzerindeki yıkıcı etkisinden korunabilmek için hapsoldukları acımasız bir hikâye sunuyor Sophie Mackintosh bizlere. Sınırları Kral tarafından çizilmiş küçük dünyaları yakılmaz gözüküyor. Her adımları onları zafere götürecek bir satranç müsabakasına aitmişçesine planlı olsa da bir gün baba ortadan kayboluyor. Hem de kadınlar fark etmeden ve tüm bildikleri Babil Kulesi gibi yıkılmaya başlıyor.
Yazarın en önemli gücü olan dil, kitap boyunca okurun peşini bırakmıyor. Sığınmacı kadınların anlattıkları, ruhu parçalamak üzere özenle tasarlanmış tedavilerin isimleri, hatta babanın ısrarla Kral Lear’a gönderme yapan lakabı ile kaotik bir atmosfer kurmak için kullanılıyor. Baba için asla öldü demeyen annenin dağılmış ruh hâlinin dengesizliğinin altını çizerken, aslında belki de büyük bir gerçeğin önbelirimi yapılıyor. Her şey hem çok bilindik hem de unutmak için her şeyi yapabileceğimiz kadar zalim.

Bir anda hayatlarına giren üç erkekle başlayan kırılma, aslında kitabın en önemli bölümünü oluşturuyor ve yazar bu bölümde üç anlatıcıdan tek anlatıcı olarak seçtiği Lia’ya geçerek gerilimi hissedilir şekilde artırıyor. Çünkü Lia aslında bünyesinde acımasızlığı, sevgiyi, hüsranı, şüpheyi ve durduramadığı ateşi barındıran çok katmanlı bir karakter. Toksik erkekliğin yayılmasında katalizör görevi görürken hiçbir çekincesi yok. Tıpkı Kral gibi ortadan kaybolan annenin yokluğundan belki de en az o etkileniyor. Çünkü ona Grace’in kadınlığı ve Sky’ın saf çocukluğu arasında sıkışmış bir kendini bulma hikâyesinden çok daha fazlası düşüyor.
Son bölümde ise kitap boyunca kafamızı kurcalayan soruların cevaplarını bulmakla yetinmiyor, bir yeniden doğuşa tanık oluyoruz. Hâlihazırda içlerine sızmış olan zehri akıtmak ve dış dünyaya açılabilmenin anahtarı olan su kürünü yapmak, üç kız kardeş için bir var olma savaşı. Bunca zaman aslında bedenlerinin değil de zihinlerinin defalarca boğulduğunu görmeleri ve şiddetin azmettiricisinin iplerinden kurtulup kendi vahşetlerinin kapılarını açmaları bir tesadüf değil.

Sophie Mackintosh, çev. Begüm Kovulmaz
‘Su Kürü’, her durumda kurbanı suçlayan içinde yaşadığımız erkek egemen kültürün duvarlarını bir bir kırıyor. Fakat bunu bir açıdan suçu bölüştürerek yapıyor. En önemli maşanın, Kral’dan da kralcı olan anne olması fazlasıyla tanıdık. Belki de bu yüzden feminist bir roman olduğu fazlasıyla ortada. Erkek bakış açısıyla bakıldığında cinsiyetçi bulunabilecek ve hatta şiddet sahneleri yüzünden bir tedirginlik yaratacak olsa da, aslında hayli eşitlikçi bir kurgu okuyoruz. Zehir herkesin içinde ve bu zehri solumak için apokaliptik bir gerçekliğe ihtiyacımız yok.
Zamandan ve mekândan azade ilerleyen roman boyunca, kendimize sürekli aynı soruları soruyoruz: Kızlar şu anda yanı başımızda olabilir mi? Her gün şiddet gören, beyinleri yıkanan, ‘korunma’ yalanına sığınarak yoksun bırakılan, sevgisiz kalmış tüm kadınlar için durum aynı değil mi?
Antik Yunan’dan Shakespeare’in metinlerine kadar hızlıca bir göz gezdirsek, aslında bir distopya değil, dünyanın kurmaca merceğinde rahatsız edici derecede büyütülmüş farazi bir köşesini gördüğümüzü kolaylıkla anlayabiliyoruz. Fakat lanet eder gibi ‘feminist distopya’ demek daha kolay geliyor. Çünkü o zaman cehaletin verdiği mutlulukla huzurlu bir uykuya dalabiliriz. Bizler de tıpkı ‘borç ödeyen’ James gibi vicdanımızı susturabilir, yıkıcı bir bencillikle ‘krallaşan’ anne gibi üç maymunu oynayabiliriz. Tıpkı her zaman yaptığımız gibi.
Yine de merak etmeyin, kim ne derse desin, kız kardeşlik kazanacak.