MURAT SEVİNÇ
Bir Boğaziçi anısı…
Yedi sekiz yıl önceydi sanırım. Dersler bitmeye yakın, final tarihi yaklaşıyordu. Boğaziçi Üniversitesi idaresi sınavın gün ve saatini belirliyor, Mülkiye’den farklı olarak sınavlar için saat aralıkları veriliyordu. Anayasa için bir cuma günü, saat 13:00-17:00 arası uygun görülmüş. Ben de 13:00 ya da 14:00’te yapalım dedim muhtemelen, geçmiş gün, tam hatırlamıyorum.
Son derste iki üç erkek öğrenci geldi yanıma. Biraz da çekinerek sınavı 15:00’e alıp alamayacağımı sordular. Dertlerinin ne olduğunu anladım, ancak nedenini sormadım. Çünkü sormak, onları inançlarıyla ilgili açıklama yapmak zorunda bırakacaktı. Karşınızdaki inancıyla ilgili bir şey söylemek isterse söyler, buna mukabil istemiyorsa ona ‘söyletmenin’ gereği yok.
Saat aralıklarını belirlemediğimi, 13:00 ya da bir saat sonra olmasının benim için fark etmeyeceğini, idareye başvurmaları gerektiğini, eğer idare kabul eder ve bana fazladan süre verirse sakıncası olmayacağını söyledim. Teşekkür ederek ayrıldılar. Sınav saat 15:00’e alınmış.
Ardından oturup bu hikâyeyi yarım sayfa sınav sorusu yaptım! Sorulardan biri tabii. Bir öğrenci geliyor, sınav ibadet saatine denk geldiği için bir saat sonraya alınmasını talep ediyor ve yeni bir saat belirleniyor. “Bu durumda:” ile başlayan ve tartışmalarını gerektiren bir anayasa/temel hak/laiklik sorusu. İdare, inancı gözeterek karar alabilir mi? Bir idari kararın referansı inanç olabilir mi? Diğer inanç sahibi ya da inançsız öğrencilerin durumu? İdeolojileriyle ilgilenmediğimi ve istediğimin anayasa tartışması olduğunu biliyorlardı tabii.
Sınav günü salonda kâğıtlar dağıtıldı. Hain hoca olarak yüzlerine baktım. Şaşırmış ve gülümseyen ifadelerle yazmaya başladılar. Gayet güzel yanıtlar verildi. Anayasa maddeleri arasında dolaşıp inanç ve ibadet özgürlüğüne, temel hakların sınırlanması konusuna, ‘diğerlerinin’ hak ve özgürlüğüne, laik devlet ilkesine vs. değinerek, tartışarak yanıtlamaya çalışmışlardı. Çok iyisi de vardı, vasatı da.
Bir şey daha yapmışlardı. Kâğıtlarını okurken, soruyla hiç ilgisi ve gereği olmamasına rağmen neredeyse hepsinin, satırlarının arasında ‘arkadaşlarını’ savunmaya çalıştıklarını fark ettim. Lafı döndürüp dolaştırıp, “kuşkusuz laik bir devlette…” ile başladıkları cümlelerini “ama o öğrencinin de…” ile tamamlamaya çalışıyorlardı.
Sınıfta her etnik kökenden, memleketin her yerinden, her inançtan, her cinsel yönelimden ve ideolojiden öğrenci vardı. O dönem 130 civarındaydı dersi alanların sayısı. Tahmin edersiniz, hepsi birbirinden hazzetmiyordu ama sınav kâğıdında bunu yapmışlardı. Üstelik hiç gereği yokken. Aynı soruyu Mülkiye’de sormuş olsaydım, tahmin ediyorum çok benzer yanıtlar verilecekti.
Hal böyleyken, ne Boğaziçi’ndeki Müslüman öğrenciler adlı bir grubun açıklamasına ne de seyrettiğim videolarda inançlı öğrencilerin arkadaşlarını savunmasına şaşırdım.
Beyler bayanlar, takım elbiseliler, çakarlı araçlı ve bol korumalı muhteremler… Beğenirsiniz beğenemezsiniz, keyfiniz bilir, ancak Türkiye maaşlı trollerden, saldırganlardan ve küfürbazlardan ibaret olmadığı gibi, kimsenin babasının malı da değil. Tapusu, seksen üç milyon yurttaşta.
Başka bir nesil, nesiller var artık. Siyaset sahnesindekilerin ve çevrelerindeki dalkavuk halesinin baktığı yerden bakmıyorlar olup bitene, öyle bakmak ve olmak zorunda değiller. Boğazlaşmadan, diğerinin insanca ve eşitçe yaşam hakkını savunarak sürmek istiyorlar ömürlerini.
Ayrıca hiç birimiz anamızın karnından, maaşını ödediğimiz insanlardan sabah akşam hakaret işitmek ve aşağılanmak için çıkmadık. Ne o öğrenciler, ne anne babaları ne de diğer toplumsal kesimler. İnsanda bir dur, durak olur.
Her şeye rağmen gülümseyebilen genç insanlar, öğrenciler; zehirli yılan değil, terörist değil, insan, yurttaş ve evet, birilerinin evladı. Marifet size benzemeyeni ezip yok etmeye çalışmakta değil, onu deneyen çok oldu tarihte. Şöyle bir karıştırın sayfaları, bakın bakalım başarabilmişler mi? Marifet, eşitçe ve insanca bir yaşam için, memlekette o sınav kâğıtlarındaki ‘niyeti’ hâkim kılmakta. Marifet de bu, anlayamadığınız da…