ELÇİN POYRAZLAR
elcpoy@gmail.com
@elcinpoyrazlar
Türkiye’deki genç kesimde karşı konulamaz bir gitme isteği var. On binler ülkeden ayrılıyor, milyonlar hayalini kuruyor.
Ekonomi, siyaset, eğitim kalitesi, fırsat eşitliği, güvenlik, çocukların geleceği, baskılardan kaçma, görüş ayrılıkları, kabul görememe, çevre ve kent kirliliği, mutluluk arayışı gibi dürtüleri var bu kişilerin. Sebep ne olursa olsun gitmek istemekte bir sorun yok. Neden olsun ki?
Bazen bu dürtülerin hiçbirine gerek yoktur gitmek için. Biri sadece hayatını değiştirmek de isteyebilir. Yepyeni bir başlangıç yapmayı, tekrarlardan kurtulmayı, zincirlerini kırmayı ve bilmediği topraklarda kendini tazelemeyi tercih edebilir.
Giden kimse bunu seçtiği için suçlanamaz. Cesareti için övülmeyi hak eder. Aynı şekilde zor koşullarda kalmayı tercih edenler gibi. Gidenler suçlu olmadığı gibi kalanlar da kahraman değil.
Doğduğu topraklardan ayrılıp başka ülkelerde hayat kuran milyonlarca göçmenden biriyim ben. Yaklaşık 20 yıl önce bir ‘giden’ olarak itiraflarım var.
Yüksek lisans için çıktığım yurt dışı serüveni, meslek, aşk, çocuklar ve bir dizi ülkenin sonunda beni şimdi bulunduğum noktaya getirdi: Araf’a. Ne Türkiyeli ne Türkiyesiz bir yer burası.
İlk bir kaç yıl özgürlüğün, yeniliğin, maceranın ve kendini tanımanın tadına doyum olmuyor. Vardığınız ülkenin doğasını, kültürünü, ilginç yemeklerini, yerel içkilerini keşfedip, sizin gibi yeni gidenlerle dostluk kurup dayanışıyorsunuz. Size işte, okulda, sağlık ve yerel hizmetlerde diğerleriyle eşit haklar sağlanıyor. Ucuz ölümler yok, tepenizdekiler sizi aşağılamıyor, taksicileri de pek kavgacı değil. Akşam altıda yaşadığınız kasabanın tüm dükkanları kapanıyor, boş sokaklarda eliniz cebinizde güven içinde yürüyorsunuz, köprünün altındaki karanlık suya bakıp dalıyor, bol ağaçlı parkın sessizliğini dinliyorsunuz. Her şey yeni, her şey taze.
İyice yerleşip, hayatınızı kurup, rahatladığınız an göğsünüzde gizliden büyüyen deliği fark ediyorsunuz. Hava erken kararıyor, güneş daha az yüzünü gösteriyor, ne zamandır ana dilinizde konuşmadınız. Eski dostlarla geçen içki sofraları geliyor aklınıza, mazide kalan bir şaka ya da bir mısra.
Partide yeni tanıştığınız biri tekrar tekrar isminizi hecelemenizi istiyor. “Nereden geliyor bu isim?” diye soruyor. Söylüyorsunuz. Geldiğiniz yer hakkında ırkçı imalarda bulunuyor. Ona ağzının payını verdiğinizde size “Geldiğin çöplüğe dön” diyor. Yabancı dilde kavga ediyorsunuz. Çünkü yabancısınız siz. Karşınızdaki oranın efendisi.
Yaz geliyor, heyecanla valizleri yapıp doğduğunuz kente, tatile gidiyorsunuz. Arkadaşlar, aile, mahalle sarmalıyor sizi. Yemekler, iklim, deniz, müzikler ve çocukluk anılarından mest oluyorsunuz. Sonra yakın bir dostunuzun çok hasta olduğunu öğreniyorsunuz, ya da ailenizden birinin. Onu bir daha görüp göremeyeceğiniz içinizi kemiriyor. Ters bir komşu sizi yurt dışına giderek sadece kendinizi düşünmekle suçlarken, halanız gazeteyi gösterip gitmekle ne iyi ettiğinizi anlatıyor.
Kentin sokaklarında yürürken en sevdiğiniz binanın yıkıldığını, yerine AVM yapıldığını görüyorsunuz. Apartmanın arkasındaki bahçenin yerle bir edildiğini de. Televizyonlarda birileri sürekli sizi azarlıyor, dizilerde birileri hep ölüyor, bir kanalda birileri hep göbek atıyor. Buraya da yabancısınız.
Kafanız allak bullak oluyor. Hem gitmek hem kalmak istiyorsunuz. Burası hem eviniz, hem değil. Çocukluğunuz çoktan gitti, yetişkinliğiniz sizi başka bir yere çağırıyor. Eviniz neresi, ait olduğunuz vatan hangisi, özlemini duyduğunuz anıların sınırları nerede, artık kestirmek zor.
Çünkü Araf’tasınız. Çelişkileriniz, özlemleriniz, yabancılıklarınız, yaralarınız, başlangıç yapma arzunuz, göçmenlik sizin kimliğiniz artık. Bir kere gittiniz ve değiştiniz. Döndüğünüz yer de sizin değil, gideceğiniz yer de. O gri bölgede, geçmiş ve gelecekte, iyiyi, doğruyu, huzuru, neşeyi, sıcaklığı ve saflığı arıyorsunuz. Tüm arada kalanlar gibi.