ECE KARAAĞAÇ
ece.karaagac89@gmail.com
@ecekaraagac
Kendisi dışında hiç kimseden hoşlanmayan, genç insanları uzaylı olarak gören, herkese bir kulp takan bir kadın: Nebiye. Çocuklar, gençler ve yetişkinler için romanlar ve öyküler kaleme alan Müge İplikçi’nin yeni romanı ‘Sil Baştan’ın ana karakteri o. Aynı zamanda mensubu olduğu sosyal sınıfın tüm kötü özelliklerini bünyesinde toplamış bir anti-kahraman. Müge İplikçi ile yeni romanından yola çıkarak toplumun her an değişen dinamiklerini ve üst üste açılan yaralarını konuştuk.
Yazdıklarınızda toplumun değişen dinamiklerinin etkisine ve toplumsal olaylardan esintilere sıkça rastlıyoruz. Sil Baştan da buna dahil. İçinde yaşadığınız dünya kaleminize nasıl sirayet ediyor?
Hiç bu kadar sirayet etmesini istemezdim açıkçası. Daha mutlu bir toplumda daha mutlu bir yazar olarak hayatına devam etmek, özellikle bu yaşımda, kendini çok hissettiren bir duygu. Ancak ülkemizde yaşanan sorunlar ve bu sorunlar karşısında çaresizliğimizin katmerlenerek artması kaçınılmaz olarak kalemime de yansıyor. Unutma ve hatırlama temaları üzerinde fazlaca duran bir yazar olarak bu gelgitleri yakalamak benim için hem çok heyecan verici hem de aynı ölçüde yorucu. ‘Sil Baştan’ benim elimde yaklaşık 1,5 yıl boyunca dolandı. Nasıl sakinleştirebilirim içimdeki o dalgalanmaları diye düşündüm. Kimi kez koca koca bölümleri attım, kimi kez günlerce hiçbir şey yazamadım. İstedim ki bu kitap son yıllarda yaşadığımız gelgitler hakkında çorbada bir tuz olsun. Ama bu tuz insanın midesini yakan bir tuz olmasın, buruk bir tat bıraksın ve sonra da insanlar hayatlarına devam etsinler. Başardım mı, başaramadım mı, okurlar karar verecek buna.
Bu ‘hayata devam etme’ durumu biraz dikkat çekici. Romanda da yer verdiğiniz 2015 Ankara Garı Saldırısı’ndan sonra neredeyse her yanda bombaların patladığı bir dönem yaşadık ve hayata devam etmek sanırım biraz sorunlu bir konu bizim için. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Aslında bu romanı yazmama asıl yol açan toplumsal ve siyasal perspektif Suruç’tur. Gençlere çok düşkün biriyim ve ülkemin gençlere karşı bu kadar acımasız bir debelenme içinde olması ve bu anlamda hiçbir şeyin değişmiyor oluşu hakikaten bu kitabı yazmak için beni fişekledi. Ama istedim ki daha meydanı anlatan, insanların toplandıkları ve ne yazık ki kıyıma uğradıkları bir sürece parmak basayım. Daha kendimce ‘herkesin görebileceği’ bir yere parmak basayım istedim, o yüzden Ankara Garı oldu. Yoksa benim temel çıkış noktam Suruç.
Peki başta Ankara Garı Saldırısı olmak üzere o dönemde yaşadığımız olayların sizin kişisel tarihinize nasıl bir etkisi oldu?
Ne diyebilirim ki? Bugün karşınızda tek parçayım ama içim paramparça. Bunu da büyük bir samimiyetle dile getiriyorum. Bunu büyük bir samimiyetle dile getiriyorum. Bu paramparça hâl beni bir yazar olarak çok besliyor, evet, ama bundan çok yoruldum. İstiyorum ki normal bir Avrupalı yazar gibi hayatın başka ilmeklerine dokunabileceğim ve dokunurken hakikaten kalemimle çok mutlu olabileceğim başka başka şeyler yazayım artık. İçimizi lime lime eden yanlara dokunmak gibi bir hassasiyeti var kalemimin. Her gün yeniden tek parçaymışçasına devam etme ihtiyacı hissettiğim bir gündem var bu ülkede.
Esasen ciddi bir normalleşme ihtiyacı içinde olduğumuz da söylenebilir o halde?
Kesinlikle. Normalleşme noktasına bir gelebilsek belki normalleşmeyi de eleştirebileceğimiz aygıtları oluşturabileceğiz. Ama yıllardır o aşamaya gelemiyoruz. Bir kere temel bir sorunumuz var ve o temel sorun üzerinde kaygan zemini tartışmamıza bile izin vermiyor. Ben bir yazar olarak kaygan zeminleri seven biriyim. O zeminin silikleşmesi, siluetleşmesi, gölgelenmesi… Ama yazar olarak temellendirebileceğim bir zeminim yok. Tümden her şeyi kaybetme noktasındayım gibi geliyor bana.
Buradan tekrar edebiyata bağlanacak olursak, aslında büyük toplumsal olaylar; savaşlar, göçler, ekonomik krizler vb. o çağın edebiyatını da oldukça etkiliyor. II. Dünya Savaşı’nın Orwell, Zweig gibi yazarların kalemini etkilemiş örneğin. Sizce şimdilik ilk 20 yılını geride bırakmak üzere olduğumuz bu yüzyıl bu yüzyılın edebiyatını nasıl etkileyecek?
II. Dünya Savaşı sonrası yazarlarının çizdiği karanlıkları, gölgeleri düşünelim. Onlardan devraldığımız miras zaten gölgeli bir mirastı. Ben bundan sonrasında edebiyat açısından daha da karanlık bir yere çekildiğimizi düşünüyorum. Edebiyatın çizdiği bir rotadan ve edebiyatın gerçek misyonundan söz edeceksek bugün bu “katmerlenmiş felçliliği” anlatacak çok karanlık bir edebiyatla burun buruna olacağımızı düşünüyorum ben.
‘Sil Baştan’ın baş karakteri çevresindeki dünyadan ve insanlardan sürekli şikayet halinde ve bir adaptasyon sorunu var. Kimseyle iyi geçinemeyen biri. Nebiye ve Nebiye gibilerin bu uyum sorununun altında yatan neden nedir sizce? Çünkü alttan gelen, teknoloji ile yoğurulmuş bambaşka bir jenerasyon da var.
Ben Nebiye karakteri genelinde toplumun orta sınıfı ve orta sınıf kadını konusunda bir çerçeve çizdiğime inanıyorum. Üstelik ‘tuzu kuru’ bir kesimin yaşamını idame ettirirken sürekli olarak ötekileştirdikleri ve ötekileştirirken kendilerine sağladıkları ya da sağladıklarını düşündükleri alanları takip ederek böyle bir kurgu oluşturdum. Bunun gerçekle teması nedir sorusu önemli. Bence gerçekle hiçbir teması yok. Üstelik bunu gerçekten kaçış olarak değil, gerçekle yüzleşemeyiş olarak değerlendiriyorum. Bu yüzleşemeyişin birçok nedeni var. Ben bir edebiyatçı olarak sadece ayna tutarak aktarabilirim. Bu yüzleşemeyiş ve yok sayış üzerinden daha başımıza çok iş gelecek gibi geliyor bana.
Ne gibi mesela?
Koskocaman bir halüsinasyonun içinde yaşamak gibi. Bugün başımıza gelen tüm şeyler süreç içinde kendini var etmiş şeyler. Hiçbir şey sürpriz değil yani bugüne dair. Nedir peki sürpriz olan? Bu kitapta anlatmaya çalıştığımı kişi özelinde ve oradan da genele yayılan bir biçimde o noktaları görmemek, o noktaları görmezden gelmek. Mesela Nebiye’nin Serin gibi insanlara uzaylı gözüyle bakması. Diğer tarafta büyük bir çaba var, bir mücadele var. Var olma mücadelesi, anlama mücadelesi, bir şeyleri yeniden rayına oturtma mücadelesi. O mücadeleyi uzaylı efekti olarak değerlendirirseniz ya da anlamamazlıktan gelip yok saymayı tercih ederseniz hem yalnızlaşırsınız hem de sözünü ettiğim gerçekle yüzleşme şansınız ortadan kalkar.
Romanda olayları çoğunlukla Nebiye’nin gözünden takip ediyoruz ve Nebiye akıl sağlığını yitirdikçe okur olarak bizim de görüşümüz bozulmaya başlıyor. Bu tercihinizin altında ne yatıyor?
Nebiye başlangıçta benim düşman karakterim olarak ortaya çıktı. Ben Serin’i karakter olarak çıkardım fakat bu beni hiç tatmin etmedi. Ben yaşadığımız çağın bir aldanı çağı olduğuna referans vermek adına Nebiye’yi bir antikahraman olarak anlatının merkezine oturttum. Her şey orada çok netleşti. Yaklaşık bir yıl ben Nebiye’yi başka bir tarzda düşünerek yazdığım metnimi tamamen yoksaydım ve Nebiye’yi merkeze oturttum. Ve merkeze oturttuktan sonra kitap aktı. Çünkü bilincimin altında aslında onu anlatmak varmış.
Peki bu tercih riskli geliyor mu size? Nebiye’nin ruh sağlıyla beraber okurun bakışının da bozulduğundan bahsettik az evvel.
Olabilir. Yazmak bir tehdittir. Benim yazmaktan anladığım şey bana yakın olanı okumak değil. Tam tersine, yeni tecrübelerle kendi yansımanı, yanılsamanı veya gerçeği bulabilmek. Nebiye benim de son derece uzak durduğum, hazzetmediğim bir karakter. Ama hazzettiklerimi yazsaydım yine aynı şeyleri, aynı bakış açılarını yazmış olacaktım ve kendimi yinelemekten öteye gidemeyecektim. Oysa Nebiye’nin dünyasına girerek ciddi manada heyecanlandığımı söyleyebilirim.
Dikkatimi çeken bir diğer unsur da şimdiki zaman kipini kullanmanız. Yazar olarak sürekli olay yerinden bildiren bir muhabir gibisiniz aslında metin boyunca. Bu özel bir tercih mi?
Çok iyi bir gözlem bu. Üzerinde düşündüğüm ve özellikle tercih ettiğim bir şey. Anın içinde olmak adına seçtim bunu. Geçmiş odaklı bir bellekle şimdiki zamanı kurmaya çalışırsanız sıkıntı yaşarsınız, tıpkı bizim yaşadığımız gibi. Şimdiki zamanda yaşarken bile insanların sürekli olarak geçmişle bir derdi var. Ama o zaman da şimdiki zamanda yaşanan falsoları kaçırıyoruz. O kadar geçmiş odaklıyız ki o bellek şimdiki zamana adapte olamıyor bir türlü. Şimdiki zamanın yaşadığımız en kıymetli zaman olduğunu bize unutturuyor. En büyük değişimi, en büyük şahitliği burada yapacağız çünkü.