MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Geçenlerde İstanbul’un orta yerinde yürürken bir köşeyi döndüm, kaldırımda bir kirpiyle karşılaştım. Neredeyse çarpışacaktık, hemen durdum, o daha seri bir hareketle dönüp telaşla gerisingeri yürüdü. “Bıdı bıdı bıdı…” diye seslendim, “… seni gidi tatlı kirpi, kaçma kaçma.” Bana kulak asmayıp az ötedeki teneke perdelerin arkasına geçti. Perdelerin arkası inşaat alanıydı, yeni bir apartman yapılacaktı, toprak en azından 10 metre kazılmıştı.
“Nereye gidiyor ki, ne yapacak orada?” diye karabasan halinde düşünmekteyken ben, karşı pencereden bir kadın, “Buralarda dolanıp duruyor zavallı” diye lafa karıştı. Bildiğim, kirpiler aile hayatı yaşar, ailenin öbür bireyleri neredeydi acaba?
“Bu kazılan yerde bir hafta öncesine kadar ağaçlar, çalılar, çiçekler, çimenler vardı. Sokağın kedilerini burada beslerdik, yuvalar yapmıştık” diye anlatmayı sürdürdü kadın. Kuş sesleri gelirmiş hep bu birkaç yüz metrekarelik doğa parçasından. Ağaçlar kesilirken, kuşlar figan edip durmuş, yuvaları yıkılmış, yavruları ölmüş…
Ev yapalım derken başka canlıların yuvasını, ne yuvası, dünyasını yıkıp yok ediyoruz. Kuşlarla kirpiler bizim görebildiklerimiz sadece. Ya göremediklerimizin başlarına neler geldi o küçük doğa betonlanmak üzere kazılırken?
Kanal İstanbul’un sakatlıklarıyla, eksiklikleriyle ünlü çevre etki değerlendirme raporunda şöyle bir saptama vardı: “Marmara Bölgesi’nde yapılan arazi çalışmalarında proje alanında 1 no’lu istasyonda 5 metrelik derinlikte 12 adet uzun burunlu denizatı bireyleri belirlenmiştir. (…) Genel olarak eğilim türlerin soyunun tehlike altına gireceği yöndedir. Bu bağlamda bu türün inşaat öncesinde çevredeki uygun habitatlara taşınması sağlanacaktır.”
Deniz biyologu/ekologu Mert Gökalp’e sormuştum, “Karadeniz, Marmara denizatı kaynıyor ama denizatı görmek kolay bir şey değildir” demişti. “Denizatları kendilerini kamufle eden canlılardır. Gidersiniz, bazan bir tane bile göremezsiniz, iki saat sonra 100 tane görebilirsiniz.”
Bunlar yine de görülebilenler. Ya göremediklerimizin başına neler gelecek bu kanal yapılırsa? Peki, görebildiklerimiz göremediklerimiz, bildiğimiz kaç canlı türü var dersiniz?
Şu anda 2 milyon türü biliyor, tanıyormuşuz.
Amerikalı biyolog Edward O. Wilson, Türkçesi geçen ay çıkan kitabı Yarım-Dünya – Gezegenimizin Hayatta Kalma Mücadelesi’nde, bu 2 milyon türün karşılıklı ilişkilerini bile tam olarak çözemediğimizi söylüyor. Bu kadarla kalsa iyi, 6 milyon kadar türü ise henüz tanımıyormuşuz bile. Bunları tanımamız 23. yüzyılı bulacakmış.
Peki bildiğimiz ya da bilmediğimiz bu türler zarar görürse, yok olursa ne olur ki?
Ekosistem dediğimiz şey, işte çoğunu tanımadığımız bu 8 milyon türün birbirleriyle ve büyük doğayla son derece karmaşık, minik minik ilişkileriyle oluşmuş bir bütün. Wilson, bu bütünün nasıl bir zenginlik yaratıp taşıdığını, insan beyninden daha karmaşık ve harikulade olduğunu bilim okuru olmayanların bile anlayabileceği sadelikte, güzellikte, akıcılıkta anlatıyor. Siz de Wilson’un çıkardığı sonuca varıyorsunuz: “Bu türlerden herhangi birini etkileyecek bir eylem, bütün bir ilişkiler ağını zedeler, zedeleyebilir.”
İnsan ortaya çıkmadan önce de türlerin nesli tükeniyor, bazıları yok oluyordu, ama insanın yayılmasıyla, faaliyetini, etkinliğini arttırmasıyla bu yok olma oranı bin kat arttı. Wilson, bu oranın yüzyıl sonuna kadar katlanarak büyüyeceğini öngörüyor. Şu anda, şu yaşadığımız günler içinde dünyanın çeşitli yerlerinde girişilen ve yürütülen hunharca işler bu öngörüyü bile iyimser kılabilir.
(En acil tehdit, kuşkusuz iklim krizi, Arktik bölgesi geçen gün 38 santigrad dereceyi gördü, küresel ısınmanın getirdiği büyük yok oluşlar kapıda değil, o eşiği aştı, yiten penguen kolonileriyle gördük bunu. Dolayısıyla, siyasi iktidarlar, kapitalizm yokmuş gibi davransa da iklim krizini bir kıyamet habercisi saymak yerinde bir tutum. Ama yok oluş tehdidi bir tek iklim krizinden gelmiyor. Yarım-Dünya, işte o öbür tehditlere çözüm öneren bir kitap.)
Wilson, ekosistemi, onu yaratan biyolojik çeşitliliği geleneksel korumacılık anlayışı ve politikalarıyla koruyamayacağımızı söylüyor. Bu korumacılık anlayışı, asıl olarak, milli parklara ve koruma altındaki alanlara dayanıyor. Birleşmiş Milletler Koruma Altındaki Alanlar Veritabanı’na https://www.protectedplanet.net/ kayıtlı 245.210 koruma alanı var. Karalardaki koruma alanlarının toplam yüzölçümü 20.323.301 km2, yani toplam karaların yüzde 15,2’si. Denizlerdeki koruma alanlarının toplamı ise 26.947.375 km2 ,tüm denizlerin yüzde 7,4’ü.
Bu küçük alanın biyolojik çeşitliliği sürdürmeye yetmeyeceğini söyleyen Wilson özetle diyor ki: Çeşitli koruma programları uygulanıyor, bilimciler ve aktivistler uğraşıyor, ama mevcut koruma hareketi tehlike altındaki türlere, sıcak noktalara odaklanıyor, sürece bakıyor asıl olarak. Bu şekilde kurtulamayız. Ulaşılacak hedefler gerekir, insanlar hedefleri tercih eder… Dolayısıyla, Yerküre’nin yarısını yaban halinde bırakmalıyız. Dokunmamalıyız. Bu, o bölgelerde yaşayan insanları kovmak, oralara hiç ayak basmamak anlamına gelmiyor, ama zarar verici uygulamalardan vazgeçmeyi gerektiriyor.
Yarım-Dünya’dan kastını da şöyle açıklıyor: “Yarım-Dünya çözümü, gezegeni yarım küreler ya da kıtalar boyutunda veya ulus-devletler arasında bölmek değildir. Bu toprak parçalarının sahiplerinin değişmesini de gerektirmez; tek koşul, bu alanların zarar görmeden var olmasına izin verilmesidir. Öte yandan, bu çözüm, mümkün olan en büyük koruma alanlarını doğa için, dolayısıyla hala yaşayan milyonlarca diğer tür için ayırmak anlamına gelir.”
Wilson, bu ‘yarım-dünya’yı belirlemek için 18 doğa bilimciden şunu rica etmiş: “Biyolojik çeşitlilik bakımından dünyada en değerli bulduğunuz beş yeri yazar mısınız? Mümkünse sebeplerini de belirtseniz…”
Kitabında bu bilimcilerin seçtiği 36 yeri ve özelliklerini aktarıyor. Bu bölgeler ‘Yarım-Dünya’nın tamamı değil, ama mutlaka o yarı içinde olması gereken alanlar.
Wilson’ın çalışmasının izinden bir Türkiye çalışması yapılmalı. Yaşadığımız topraklar için daha fazla, daha derinlemesine, daha analitik bilgi üretmeliyiz ve üretilen bilgiyi de mümkün olan en geniş kitlelere ulaştırmaya çalışmalıyız.
Her bakımdan saldırı altındaki güzel ve özel bir coğrafyadan bahsettiğimizi unutmamalıyız. Gemlenemez bir iştahla her şeyi yutan bir inşaat faaliyeti var her şeyden önce. Yükselen binalar, bu canavarın görünen yüzü. Görmediğimiz yüzü ise taş ocaklarıyla tarumar edilen neredeyse bütün Anadolu dağları… Bu tahribat için cümle kurmaya gerek yok, hepimiz biliyoruz. Sadece yapılaşma da değil, madencilik faaliyetleri, HES’ler, envai çeşit çılgın, devasa projeler…
Ayrıca, Wilson’ın söz ettiği, bütün dünya için geçerli bir yaklaşımın en arsız halini yaşıyoruz bu ülkede: “Hayatlarını şehirlerde veya nüfusu yoğun kırsal yerleşim yerlerinde geçiren insanların çoğu için dünyanın tümüyle insanlara bahşedilmiş olduğunu düşünmek kolaydır. Aşırı antroposen dünya görüşünde, doğadan geriye ne kalmışsa onu, insanlara hizmet etmek için yeniden düzenlemek.”
Salda gölündeki inşaat faaliyeti bunun en çarpıcı örneklerinden.
Kısacası, bir ‘Yarım-Türkiye’ oluşturmalıyız. Hatta her kent, her kasaba için böyle ‘dokunulmaz’ alanlar belirlemek gerek; artık çok geç, demeden. Bu demek değil ki, ayırdığımız bu yarının dışında kalan yerleri cehenneme çevirelim. Böyle bir ‘Yarım-Türkiye‘, koruma bilincinin yaratılmasına, geliştirilmesine, pekiştirilmesine de yarar, ama asıl bu topraklardaki zengin biyoçeşitliliği, ekosistemleri canlı tutmaya yarar. Hızla öldürüyor, yok ediyoruz çünkü.
Wilson, koruma alanları, milli parklar uygulamalarının derde deva olmayacağını söylüyor ya, Türkiye için daha da canalıcı biçimde geçerli bu. Salda gölünden bahsetmiştim demin, işte bu Salda gölü resmen Özel Çevre Koruma Bölgesi, ama inşaata kurban gitmekten, nadide kumlarının dozerlerle kamyonlara yüklenip götürülmesinden kurtulamadı.
Yine Özel Çevre Koruma Bölgesi olan Patara’ya ne demeli? Oraya da villalar yapılmıştı. Beton dininin tapınağı haline getirilen Uzungöl de Özel Çevre Koruma Bölgesi! Örnekleri uzatmayayım.
Türkiye’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne bağlı 18 Özel Çevre Koruma Bölgesi var. Tarım ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’ne bağlı da 44 Milli Park, 247 Tabiat Parkı, 30 Tabiat Koruma Alanı var. Anlayacağınız, herşeyi tek-adama bağlayan Türkiye’nin doğa koruma bölgelerinde iki başlılık hakim. Kaç başlı olursa olsun, bırakın tüm ülkeyi, bu özel alanları bile koruyamadığımız ortada. Üstelik, Doğa Koruma Dünya Veritabanı’nda Türkiye’den sadece 18 yer kayıtlı.
Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin tanımına göre, koruma alanı, doğanın bağlı bulunduğu ekosistemle ve kültürel değerlerle birlikte uzun dönemli korunmasını sağlayacak şekilde coğrafi sınırları açıkça belirlenen, bu amaç için tahsis edilen, yasal ve diğer etkili araçlarla bu amaç için yönetilen yerdir.
Türkiye, hiçbir şey yapmıyorsa ‘seyir terası’ yapıyor korunması gereken alanlara. Yaylaya TOKİ sokan bir çevre politikasından söz ediyoruz. Dağbaşlarına ‘yeşil yollar‘, denizleri doldurmalar, dağları kaldırmalar, dereleri katletmeler, milli parkların yanına yöresine maden açmalar … ne ararsanız var. Dolayısıyla Türkiye’nin koruma alanı ilan ettiği yerlerin çoğu Birleşmiş Milletler’in veri tabanında yer almıyor. Türkiye’nin doğa koruma bakımından ne kadar sefil bir durumda olduğunu anlamak için şu haritaya bakmak yeter, karşılaştırma için birkaç da örnek vereyim:
Türkiye
Koruma altındaki alan sayısı: 18
Korunan karasal alan: 1709 km2 – toplam yüzölçümünün yüzde 0,22’si
Korunan deniz alanı: 270 km2 – toplam deniz alanının yüzde 0,12’i
İspanya
Koruma altındaki alan sayısı: 4068
Korunan karasal alan: 142.566 km2 – toplam yüzölçümünün yüzde 28,12’i
Korunan deniz alanı: 127.610 km2 – toplam deniz alanının yüzde 12,69’u
Polonya
Koruma altındaki alan sayısı: 3085
Korunan karasal alan: 123.951 km2 – toplam yüzölçümünün yüzde 39,74’ü
Korunan deniz alanı: 7211 km2 – toplam deniz alanının yüzde 22,57’si
Yunanistan
Koruma altındaki alan sayısı: 1289
Korunan karasal alan: 46.842 km2 – toplam yüzölçümünün yüzde 35,22’si
Korunan deniz alanı: 22.326 km2 – toplam deniz alanının yüzde 4,52’si
Almanya
Koruma altındaki alan sayısı: 22.999
Korunan karasal alan: 133.667 km2 – toplam yüzölçümünün yüzde 37,38’i
Korunan deniz alanı: 25.575 km2 – toplam deniz alanının yüzde 45,38’i
Romanya
Koruma altındaki alan sayısı: 1574
Korunan karasal alan: 58.225 km2 – toplam yüzölçümünün yüzde 24,52’ü
Korunan deniz alanı: 6866 km2 – toplam deniz alanının yüzde 23,1’i
Britanya
Koruma altındaki alan sayısı: 11.777
Korunan karasal alan: 70.444 km2 – toplam yüzölçümünün yüzde 28,72’si
Korunan deniz alanı: 211.562 km2 – toplam deniz alanının yüzde 29,25’i
* Yarım-Dünya – Gezegenimizin Hayatta Kalma Mücadelesi, Edward O. Wilson, Çeviren Sami Oğuz, Koç Üniversitesi Yayınları, 232 sayfa.