MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
Üç yıl önce, Habertürk’teki Tarihin Arka Odası programının konuğu Türk edebiyatı profesörü Gönül Tekin’di. Derya gibi bilgisiyle, muazzam hafızasıyla ve şahane anlatımıyla tanrıları, allahı, dinleri, kutsal kitapları, peygamberleri, mitolojileri, efsaneleri, Divan edebiyatını birbirine ve asıl Sümer tabletlerinde anlatılan hikayelere bağlıyordu.
Ayrıntıları geçip kestirmeden sadede geleyim. 1970’lerin başında, komünist olduğu için Tekin’in başına çorap örülmüştü. ‘Değildim üstelik’ diye anlattı programda kendisi. Türk edebiyatı çalıştığı için Özbekistan’dan bazı kitaplar istemişti ve gelenler arasında Kiril alfabesiyle yazılanlar da vardı. Al sana komünist olduğunun kanıtı!
Böylelikle dünyayı değilse bile Türkiye’yi Tekin’e dar etmişler. Bilim yapıyor, komünistsin diye izin vermiyorlar. Tekin, ‘Burada rencide edildim, hakarete ve haksızlığa uğradım’ diyordu. Sonunda ABD’ye, dünyanın en önemli üniversitelerinden Harvard’a gitmiş. ‘Orada bana değer verdiler, hatta teşvik ettiler’ diye anlattı (Bu durumda epey bilimcimiz olduğunu hatırlatayım). Emekli olup Türkiye’ye dönünce birkaç üniversite çağırmış tabii, ama ‘Yemin ettim, buradaki üniversitelerde çalışmayacağım’ diyerek reddetmiş.
40 yılda hiçbir şey değişmemiş
Aradan geçmiş 40 yıl, dünya değişmiş, ‘komünizm’ yıkılmış, Türkiye de değişmiş…
Murat Bardakçı, seyircilerden gelen soruları ve mesajları okuyor tek tük. Vee aradan geçen 40 yılda bir bakıma hiçbir şey değişmediği ortaya çıkıyor. Tekin’in anlattıkları bazı seyircileri fena halde rahatsız etmiş, itikadlarını sarsmış… Tekin’e saldırıyorlar.
Tekin, zaten bazı konulara girmek istemediğini söyleyip duruyordu ve bu mesajlar üzerine belki daha da kısıtladı kendini. Zaten bazı konulara (Hacer-ül Esvet, Huruf-u Mukattaa, vs) girmeyeceklerini, gelen sorulara rağmen, Murat Bardakçı da defalarca söylemek zorunda kaldı
Korku hep vardı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ‘Şartlar özeldi’ mazeretiyle yumuşatmaya çalışanlar olsa da bir korku cumhuriyeti olarak var oldu (Beterin beteri var mı, var tabii.)
Ta başından beri Kürtlere zulmetti bir kere. Kürtçe konuşmak korkmak için yeterdi; Diyarbakırlı arkadaşım Erdal’ın ve onun arkadaşlarının çay ve rakı sohbetlerinde anlattığı gibi, üç beş yıl öncesine kadar Kürtçe şarkı dinlemek bile korku ve gözaltı ve dayak ve işkence sebebiydi…
Şimdi iktidarda olan ekibin söylediği gibi, evet, Müslümanlar için de vardı korku. Solcuları, komünistleri korkutmak için ise elinden geleni ardına koymadı bu devlet…
Ve geldiğimiz yere bakın. Kıymetli bir bilimci komünistlik yapıyor diye memleketinden kovuluyor ve 40 yıl sonra bu sefer de İslam’a, allaha hakaret ettiği gerekçesiyle gözdağı veriliyor kendisine ve herkese. Anlattıklarından çıkan sonuç, kutsal sayılan bütün hikayelerin, neredeyse bütün ritüellerin, hatta allahın 6 bin yıl önce Sümerler tarafından icat edildiği ve bunların gözyaşartıcı bir çabayla taşa, kile kazındığı.
Tahammülsüzlük mü?
Paris’te Charlie Hebdo katliamını yapan zihniyet için yeterli verimlilikte bir kültür, bir toprak bu. Peki, bunu AKP iktidarı mı yaptı? Hem evet hem hayır.
Bu zihniyet bu topraklarda her zaman vardı, her zaman hakim olmadıysa bile. Peki, AKP İslam üzerindeki baskıyı kaldırınca altından bu mu çıktı yani? Bastırılan şey, hoşunuza gitmeyen gerçekleri söyleyen kişileri tehdit etmek, onlara hadlerini bildirmek miydi? Bu tahammülsüzlük mü serbest kalıverdi?
Çarpan etkisi
Herhalde tam olarak böyle değil. Böyle insanlar şüphesiz vardı. Ama AKP iktidarı ve zihniyeti, bunu hedeflememiş olsa da, hem zaten bu kafada olanlar için gayet uygun bir ortam hazırladı, hem de daha ılımlı kimilerini bu kafaya doğru teşvik etti. Ve bu iklimde yeni gençler yetişti (Dünyada olan bitenlerin, ABD politikalarının, İsrail vahşetinin payını da es geçmeyelim).
AKP bir çarpan etkisi yaptı kısaca. ‘İmam osurursa cemaat sıçar’ kuralı uyarınca bir sürü pislik ortaya saçıldı. Dans etmeyi yasaklama önerileri bile çıktı.
Yeni değil
Bu gibi girişimler de yeni bir şey değil bu ülkede. Mutaassıp bir vaizler grubu olan Kadızadeliler, 17. yy’da halk içinde taraftar bulmuş, Saray’da nüfuz sahibi de olmuştu. Padişahlar üzerinde de etki sahibiydiler. IV. Murad, yeniçeri-sipahi cuntasına karşı halk desteğine muhtaçtı ve Kadızadeliler de bu desteği sağlamak bakımından biçilmiş kaftandı…
Şeyhülislama bile posta koyan Kadızadeliler, raks ne kelime, devran, sema ve müziğin yer aldığı ayinlere bile düşmandı. Ezan ve Kuran’ın makamla okunmasına karşıydılar… Sonra Köprülü Mehmed Paşa tarafından tasfiye edildiler, ama her yeniliği şeriata aykırı sayıp karşı çıkan Kadızadeliler’in izinden giden bir çizgi varlığını hep korudu.
Korku ortamı
Bir arkadaşım dün Facebook’ta şunu yazdı: ‘Charlie Hebdo’nun (aslında hiç bir hakaret içermeyen) ‘o kapağı’nı buraya koymaya cesaretim yetmiyor. Türkiye’deki, şu ana kadar görebildiğim kadarıyla hiç bir basın-yayın kuruluşunun da yüreği yetmiyor.’
Yine de kapağı paylaşanlar oldu, ama bu, arkadaşımın işaret ettiği korku ortamını dağıtmıyor. Katliam günü, olayla ilgili haberleri veren bazı internet sitelerinin tehditler aldığını da gayet iyi biliyorum.
Charlie Hebdo’nun, katliamdan sonraki ilk sayısını Türkçe basma iznini Cumhuriyet gazetesine verdiği duyulunca, tehditkar imalar hemen başladı. Dün akşam, ÜlkeTV’deki Bıçak Sırtı programında, ‘Cumhuriyet gezetesi ne yapmak istiyor?’ deniyordu. Ve bugün, başyazısında belirttiği kof gerekçelerle, Charlie Hebdo’yu kuşa çevirerek basan Cumhuriyet’e tehditler yağdı.
Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan’ın yeni sarayında Filistin lideri Mahmud Abbas’ı karşılamasında 16 Türk devleti palyaçolarıyla sergilediği türden maskaralıklar, selatin cami yaptırma böbürlenmeleri, padişahvari havaları, ifade özgürlüğü ve insan hakları gibi konularda son derece geri bir tutum alarak heyheylenip dünyaya efelik taslamaları vs. hep bu zehirli zihniyeti besyelen şeyler olarak işlev gördü. Ve tabii yandan çarklı suni hilafet öykünmeleriyle Sünni imam edaları…
Buna Türkiye’nin Suriye’de çevirdiği kanlı dolaplar ve savaş çığırtkanı nutuklar da eklenince ‘büyük güç’ heveslisi Türkiye’nin mücahitleri palazlandı.
Henüz medyanın dikkatini çekmemişken, aylar önce, bir arkadaşım, Bünyad Dinç, iş edinip memleketteki yerel internet sitelerini, gazeteleri taramış, dehşete düşmüştü. Ne kadar çok genç vardı Suriye’ye savaşmaya giden, cenazeleri gelen, gidenlere tebrik mesajı yollayan…
Tekbir ve silah
Haftasonu 13 arkadaş, Maşukiye’nin yukarısında, Kartepe’deki Kuzu Yaylası’na gittik. Kuzu Yaylası Milli Parkı’nın girişinde arabaları bıraktık. Üç kilometrelik yolu yürümemiz gerekiyordu, zira 2 metreden fazla kar vardı. Hediklerimizi taktık ve yürümeye başladık. Az ileride kızlı erkekli kalabalık bir grubu geçtik. Fakat beş kişilik bir erkek grubu, baktık, arkamızdan geliyor. Bizim gibi yükleri yoktu onların, bata çıka geliyorlardı. Hepsi 20’lerinin başında gençlerdi. Bizim hediklerle karı ezmemiz sayesinde yaylaya kadar çıkmayı becerdiler. Yol boyunca marş söylediler. Sözlerini ezberleyemedim, ama şöyle bir hikaye anlatıyordu daha önce hiç duymadığım marş:
‘İsimsiz Müslüman bize yol göster… İsimsiz Müslüman bazı faaliyetlerde bulunuyor ve sonra bir kurşun İsimsiz Müslüman’ı buluyor ve böylece özgürleşiyor… Bize yol göster İsimsiz Müslüman, biz de özgürleşelim…’
İşte bu marşı söylüyor, arada ‘Tekbiiiir!’ diye, ‘Allahüekbeeer’ diye bağırıyorlardı. Ve bu tekbirlerin arasında, iki kişi tabancalarla saydırıyordu. Yaylaya kadar böyle geldik. Yaylada da üzeri kar dolu bir evin çatısına çıkıp hem silahlarını hem tekbirlerini saydırdılar… Aynı şeylerle biraz daha oyalanıp, çatıdaki kardan birkaç kere kayıp getirdikleri naylonun üzerinde namaz kılıp yayladan indiler.
Bir hafta sonu rastladığımız bu durumun her şeyi açıkladığı söylenemez tabii, ama hiçbir anlamı olmadığı da söylenemez herhalde. ‘Charlie Hebdo katliamını yapanlar Müslüman değil’, daha doğrusu, ‘Müslümanlık bu değil’, ‘Bu cinayet, İslam’a edilmiş küfürdür’ diyenler olduğunu biliyorum. Cinayeti emperyalist Batı’nın komplosu olarak görenleri de duyduk… Peki, bu çocuklar nerede duruyor acaba ve öldürüp ölerek özgürleşecek gençlerimizin sayısı ne kadar acaba?
Bu mudur Türkiye’nin söyleyecek sözü?
Bu ‘Türkiye’nin dünyaya ve dünya Müslümanlarına söyleyeceği çok şey var’ diyenleri (Yıldıray Oğur mesela) duyuyorum. Bu mudur Türkiye’nin söyleyecek sözü?
Bilimcileri korkuyla susturmak, gazetecileri içeri tıkmak, hoşuna gitmeyen şeyler yazanları meydanlarda hedef gösterircesine namertleşmek midir? Sopayla ve havuçla hizaya soktuğu tv kanallarında seçimler öncesinde tartışma programlarını bile tahammül edemeyip kaldırtmak mıdır?
TRT ve Anadolu Ajansı’nı hiçbir kelimesine güvenilemeyecek bir propaganda aygıtı haline getirmesi midir?
‘Tek sivil siyasi güç’ün sivil bir protestoyu (Gezi) kanla bastırmaya kalkması mıdır?
Taş somutluğundaki yolsuzlukları basit hırsız mahareti bile taşımayan yollarla örtbas etme yüzsüzlüğü müdür?
Bugün Cumhuriyet’e yaptıkları gibi, memleketi Abdülhamid istibdadına döndürerek, gazeteleri matbaada durdurmak mı, Ahmet Şık’ın kitabına yaptıkları gibi, basılmamış kitapları toplatmaya kalkışmak mıdır?
Sosyal medyayı karartmak mıdır?
Karikatürleri mahkemeye veren bir ülkenin sözünü ancak karikatürcüleri öldürenler ve öldürmeye amade olanlar dinler.