GÜLBEN ÇAPAN
gulbencapan@diken.com.tr
@istanbulartsnob
“Coğrafya kaderdir” diye boşuna söylenmiyor. Hele bir de başarılıysanız o içinde bulunduğunuz coğrafya başarınızı ödüllendiriyorsa, sizi kimse durduramaz. Türkiyeli sanatçılar ABD’nin New York kentinde, Almanya’nın başkenti Berlin’de ve Çin’de sergi açarken bile ne devlet ne özel hiçbir yerden fon bulabiliyor. Ancak, bazı ülkeler kendi vatandaşı olmayan sanatçıları sadece kendi sınırlarında başarılı işlere imza attıkları için ödülendirebiliyor. Başarı dolu bir hikayenin kahramanıyla tanışmaya hazır mısınız?
Adı Dorian Özhan Sarı ama Özhan’ı soyadı sandıkları için Dorian Sarı’yı kullanıyor. 1989 İzmir doğumlu. Lise sona kadar İzmir’de yaşadı, 17 yaşında Sorbonne Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Yunan Dili ve Edebiyatı eğitimi almak üzere Fransa’nın başkenti Paris’e gitti. Mezun olduktan sonra bir süre İtalya’nn Napoli kentinde ve İsrail’in başkenti Tel Aviv’deki çağdaş sanat galerilerinde çalıştı.
“Bir anda kendimi Cenevre’de buldum” diyen Dorian Sarı, eğitimine İsviçre’de, Cenevre HEAD’de güzel sanatlar okuyarak devam etti, sonra da yetinmeyip Basel Sanat Enstitüsü’nde Master yaptı ve sonrasında bu iki kurumda öğretim görevlisi oldu.
Yaklaşık on üç yıldır ‘gurbette’ olan Dorian Sarı, İsviçre’nin Basel kentinde yaşıyor ama ayın yarısını seyahatte geçiriyor. Cenevre’nin köklü galerinden Wilde ile de çalışıyor.
“Nereden geldiğimizi bilmiyoruz, nereye gittiğimizi de bilmiyoruz. Bu bilinmezliğin içerisinde hangisi gerçek ve neyi önemsemek gerek onu da bilmiyoruz. Bu konular her zaman ilgimi çekti ve hep sorguladım. Politika ve sanat ayrı gözükse de birbiriyle çok ilintili konular. Yaratıcılığımı kullanarak insanlarla iletişime geçme durumu bir süre sonra geri dönülmez bir yol haline geldi” diyen, bu yıl, Swissart Ödülü’nü alan Dorian Sarı’yı biraz yakından tanıyalım.
Dünyada sanat konusunda otorite olan bir ülke varsa o da İsviçre’dir. 2019 Swissart Ödülü’nü aldın. Biraz süreci anlatır mısın?
İsviçre Federasyonu, bu ödülü yüz yılı aşkı süredir her sene veriyor. Ülkede yaşayan bütün sanatçılar katılma hakkına sahip. Kültür bakanlığının jürisi başvurulardan (küratör, mimar ve sanatçı olarak üç ayrı kategoriden) 40-45 kişi seçiyor. İkinci turda kazananları belirliyor. Kazananlar Art Basel’deki bir sergiye yeni bir iş ile katılma fırsatı buluyor. Açıkçası çok mutluyum.
İsviçre vatandaşı olmadığım halde bu ülkenin beni el üstünde tutması gurur verici. Keşke kendi ülkemde, Türkiye’de de böyle güzellikler olsa sanat adına.
Art Basel sürecini merak ediyorum. Anladığım kadarıyla üç ayrı mekanda farklı işler sergiledin…
Evet. ‘Swissart Awards’a yeni bir video ile katıldım. Videoda, dev bir adam küçük bir adamla kedinin fareyle oynadığı gibi işkence ederek oynuyor. En basit metaforlarla güç savaşları. Aynı zamanda Art Basel’in fuar kısmında ‘hidden bar’ (gizli bar) oluşturuldu ve her sene olduğu gibi orada da video gösterimleri yapıldı. Ben de bu bölüme dört sene önce ürettiğim politik bir işle katıldım. Bir de Basel’de SALTS’ta Samuel Leuenberger ve Elise Lammer’in küratörlüğünde ‘Body Splits’ adlı grup sergisine katıldım.
SALTS, Kunsthalle Lizbon ve Cura Magazine ile beraber 10’uncu yılını kutladı. Dolayısıyla SALTS açılışına bin kişiye yakın davetli katıldı. Orada da dış mekan için büyük bir heykel sergiledim. Konu parçalanmış bedenlerdi. Ben de “Zaten yeterince parçalanmadık mı” diye düşünerek bir telekomünikasyon kulesi diktim ve bütün sergi alanlarını dört kilometre boyunca beyaz kablo ile birleştirdim.
Farklı medyumlar kullanarak işler üretiyorsun. İşlerin hangi ortak noktada ya da temada birleşiyor?
Aktüel olandan ve kendi gözlemlerimden yola çıkarak toplumsal temaları işlemeye çalışıyorum. Farklı medyumlar kullanmak benim için çok önemli. Elli yıl boyunca aynı şeyi yapmak karakterime ters. Ben dünkü benden bile farklıyım çünkü. Vücudum ve zihnim sürekli yol alıyor ve dönüşüyor. Benim sanatımı iyi okuyan, o çizgiyi ve ruhu her zaman hissediyor. İşlerimde psikanaliz, kolektif bilinç ve bilinç altındaki sembolleri bugünümüzün politik ve sosyolojik konularıyla harmanlayarak insanlara altyazı ya da direkt olarak sunarak yeni bir düşünme platformu oluşturmaya çalışıyorum. Hepsinin ortak noktası da Jung’un çemberi.
Nedir Jung’un çemberi?
Carl Gustav Jung’un sanatçının toplumdaki rolü hakkındaki açıklamasını benimsemiş bir şekilde çalışıyorum. Jung der ki; “Bir çember düşünün, içerisinde bildiklerimiz dışarısında bilmediklerimiz var ve bu çemberin sınırında olanlar ise (sanatçılar, bilim adamları vb.) dört bilince bağlı güdüler ile (düşünce, his, iç güdü ve duyu) bilinmeyeni parçalı şekilde bilinene dönüştürmeye ve toplumu sınırlayan çemberi genişletmeye çalışırlar.” Bu söze çok inanıyorum.
Bilmediklerimiz arasında, okumaların ve çalışmalarının sonucunda çözdüklerin var mı? Mesela, nasıl yaşamalıyız bu hayatta, bu bilinmezlikte, nasıl tutunmalıyız? Daha doğrusu tutunmalı mıyız?
İnsanlık tarihine bakıldığı zaman hep dinlerle kafamızdaki sorulara yanıt bulmuşuz. Bu bir çeşit ezber bilgi. Sistem hiçbir zaman insanı sorgulamaya itmemiş. Bence içinde bulunduğumuz bu hayatı sevgi ve güzelliklerle kucaklamak lazım ve hiçbir şeyden çok da emin olmamak lazım.
Sence sanat bu noktada dini sorgulatmaya yetiyor mu?
Evet, çünkü sanatın en önemli görevinin insanı düşündürmek olduğuna inanıyorum.
Senin işlerindeki yoğunluğu düşününce, “Türkiye’de sergilenseler nasıl olurdu” diye düşünüyorum. Ama maalesef Türkiye’de kavramsal sanat henüz olgunlaşamadı. İsviçre’de durum nasıl?
İsviçre’de durum biraz farklı. Kavramsal sanat o kadar önemseniyor ki sanki nesne tamamıyla değerini yitiriyor. Tabii bunun kültürle çok alakası var.
Ülkemizde kavramsal sanatın olgunlaşamaması ile Türkiye siyasetini bağdaştırmak mümkün olabilir mi sence? Neden hala bizim coğrafyanın sanatında estetik kaygısı devam ediyor?
Türkiye henüz yolun çok başında. Biraz yurtdışını kopyalayarak ilerlemeye çalışıyor gibi geliyor bana. Kavramsal sanat Batı’da da anlaşılması zaman aldı. Türkiye’de de anlaşılması zaman alacaktır. Bunları söylerken amacım Türkiye’yi küçümsemek değil. Ama ülkenin içinde bulunduğu siyasi durum da zaten gecikmiş olan alt yapının gelişmesini ve hızını tabii ki kesiyor. Bakış açısını değiştirmenin, genişletmenin ve düşüncenin aslında en değerli şey olduğunu idrak etmek için belki de en önce estetiğe olan açlığı doyurmak gerek Türkiye’de.
Bu doyma hissi sence ne zaman gelir?
Zamanla. İlk önce, kavramsal sanatla uğraşan sanatçıların ve yazarların anlaşılmayı beklemek yerine, öncelikle bir köprü kurmayı hedeflemeleri gerek. Bunun da özel bir çaba gerektirdiğini unutmamak ve yılmadan devam etmek gerek.
13 yıldır yurtdışında yaşıyorsun. Bir gün İstanbul’da sergi açmayı düşünür müsün?
Türkiye ile aram çok iyi. Fakat sanat camiasından çok az kişi tanıyorum. Türkiye’de bir şeyler yapmak çok isterim. Bu ara hareketlenmeler var. Yakında güzel bir sergi ile İstanbul’da buluşabiliriz.
İstanbul’da sergi fikrinin bir adım ötesine geçip Türkiyeli bir galeri tarafından da temsil edilmeyi düşünür müsün?
Bir sanatçının kendi ülkesinde bir galeriyle temsil edilmesi çok önemli bir göstergedir bence. İsviçreli bir sanatçı olmaktansa, yarı Türkiyeli yarı İsviçreli bir sanatçı olarak bilinmeyi tercih ederim. Sonuçta ben Türkiyeliyim. Ailem hala İzmir’de yaşıyor.
İsviçre’nin sanat konusundaki önderlikleri saymakla bitmez diye tahmin ediyorum. En başta, Basel’i kurdular…
İsviçre’deki ayrıcalıklar dünyanın hiçbir yerinde yok. Burada sistemin içine girmek çok zor ama bir kere girdiyseniz el üstünde tutuluyorsunuz. Sonuçta İsviçre dünyanın en zengin ülkelerinden birisi. Sanata çok düşkün bir millet. En küçük kasabasında bile bir sanat merkezi var ve en önemlisi halk o merkezdeki tüm etkinlik ve sergileri takip ediyor.
Dünyanın en iyi 20 sanat kurumundan beşi Basel’de; Kunsthalle Basel, Kunst Museum Basel, Fondation Beyeler, Schaulager ve Contemporary Art Museum. Dolayısıyla dünyanın en büyük sanat fuarının da neden 50 yıldır küçücük bir şehirde devam ettiğini anlamak zor değil. Aynı zamanda dünyanın en köklü koleksiyonerleri de İsviçrelidir.
Bu sanat geleneği çok uzun yılların birikimi. Picasso’dan Jackson Pollock’a konuştuğumuz sanatçıların çoğunun Avrupa’daki ilk büyük solo sergileri Kunsthalle Basel’de açılmış.
Bu geleneği, Kunsthalle Basel Direktörü Elena Filipovic mükemmel bir program ile devam ettiriyor. Binanın dış cephesinde “Eğer geleceğin sanatçılarını keşfetmek istiyorsanız, hepsi şu an burada” yazıyor. Çok mütevazı bir şekilde bu misyonu devam ettiriyorlar.
İsviçre gibi şartları çok iyi bir ülkede yaşıyor olmanın sanatsal pratiğin ve sanatçı kimliğin için bir ayrıcalık olduğunu düşünüyor musun?
Daha önce de belirttiğim gibi bu sisteme kabul edilmek inanın kolay değil. Ama girdikten sonra sanat fonu bulmamak mümkün değil. Öncelikle kantonlar, ardından kültür bakanlığı, son olarak da özel şirketlerin bir sürü sanat fonu var. Şu ana kadar kazandığım bütün ödüller benim sadece sanatıma odaklanmama vesile oldular ayrıca ülke içinde yaptığım bütün sergiler Basel şehri tarafından finansal olarak destekleniyor. Örneğin geçen yıl şehrin en güzel atölyelerinden biri bana tahsis edildi. Tabii ki bir yabancıdan ziyade kendi vatandaşlarına vermeyi tercih etmelerini beklerdim. Ama İsviçre’de sanat, birçok engeli aşıyor.
Türkiye çağdaş sanat piyasasını nasıl değerlendiriyorsun?
Uzaktan takip ediyorum, çok heyecan verici işler var. Türkiye çok duygusal bir ülke ve çok hassas bir dönemden geçiyor. Bazen çevrem tarafından ülkeme dönüp orada sanat pratiğime devam etmediğim için eleştiriliyorum. Ama doğruyu söylemek gerekirse Türkiye’nin yurtdışındaki imajı çok kötü. Türkiye içinde çalışmak kadar yurtdışında temsil edilmenin de çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Sorbonne’da siyaset okumuş birinden Türkiye’yi siyasi açıdan da bir değerlendirmesini rica edeceğim.
Türkiye’yi siyasi olarak çok yakından takip ediyorum. Bence artık bir şeylerin cidden sonuna gelindi. Beş yıl içinde ülkenin bambaşka bir ruh halinde olacağına inanıyorum. İnsanlar çok fazla baskı altında ve bunun er ya da geç biteceğini ben değil insanlık tarihi gösteriyor. Her şeyin bittiği gibi bu da bitecek ve bence çok az kaldı.