MURAT SEVİNÇ
Yıllardır tanıdığınız ve çok sevdiğiniz biri hakkında, üstelik o insan gözaltındayken yazmak, hakikaten çok zor. Yazmalı mı? Savcı karşısına çıkması mı beklenmeli? Bilmiyorum.
Buna mukabil Cenk Yiğiter gibi, bu memleketin nadir ‘sürprizlerinden’ olduğunu düşündüğünüz biriyse söz konusu olan, beklemek de olmuyor.
Cenk Yiğiter bir ‘sürprizdir’ hakikaten. Böyle bir ülkede, herkesin her şeyi gördüğü ama görmezden geldiği bir ülkede, ortalamanın kendi çıkarı dışında hiçbir şeyi dert edinmediği ve riyakârlığın genel kabul gören davranış biçimi olduğu bir ülkede; tarihi boyunca hiçbir marifetiyle yüzleşmemiş devlet ve toplumun çok ‘şaşırtıcı’ yurttaşlarından biridir sevgili Cenk.
Ne yaptı Cenk? Tek bir sözcükle: ‘Susmadı.’
Zaman zaman delilik ya da gereksizlik gibi görülen işlerin peşine düştü. Önce çok sayıda meslektaşı gibi ‘imzacı akademisyen’ oldu. Barış talep etti. Vicdani retçiliğin (AİHM kararlarına açıkça aykırı biçimde!) kabul edilmediği ama bedelli askerliğe altı yüz binin üzerinde başvuru olan Türkiye’de, barış talep etti.
Ardından, bir gece ansızın, adını KHK’de gördü. Arkadaşlarıyla birlikte. O KHK de diğerleri gibi anayasaya, hukukun genel ilkelerine, yasaya vs. aykırıydı. Hocalık yaptığı Ankara Hukuk’ta o OHAL KHK’si soru yapılsa istisnasız her öğrenci ‘hukuka aykırı’ şeklinde yanıt verecekti. Ancak o Allah’ın cezası hukuk fakültesinde, olup bitene tepki gösterenlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmedi. Devir, yaranma, korku ve suskunluk devriydi. Türkiye’nin normali buydu. Tuhaf davranan Cenk’ti.
Şöyle söylersem daha da anlaşılır olur belki: Halihazırdaki Adalet Bakanı, mezun olduğu Ankara Hukuk’ta bir anayasa ya da idare sınavına girse, sınav kâğıdına, ‘OHAL KHK’lerinin anayasaya ve yasalara aykırı olduğunu’ yazmak zorunda. Ceza hukuku sınavında ise, imza metninde bir suç unsuru olmadığını. Aksi hâlde sittin sene mezun etmezler. Daha açık nasıl anlatılır bilemiyorum!
Cenk’i ve diğerlerini atanlar, herhangi bir gerekçe göstermedi, hatta tebliğ dahi etmedi! Neden? İleri demokrasi ve hukuk devleti olduğumuz için. Haliyle, atılanlar aslında neden atıldıklarını hiçbir zaman resmî olarak öğrenmedi, öğrenemedi. Daha önce de yazdım; hukuk ve adalet ‘duygusunun,’ rahmetli annemin tavukları düzeyinde olduğu bir toprakta, doğal olarak ortalama vatandaş olup biteni yadırgamadı.
Çünkü Türkiye ortalaması açısından, aracının kaportasındaki küçük bir çizik, adalet ilkesinin yerle yeksan edilmesinden çok daha ciddi bir sorundur.
Türkçesi, Cenk ve meslektaşları, bir gece ansızın, hukuka aykırı bir biçimde adlarını KHK’de görüp ‘sivil ölü’ haline getirildi. Ne güzel, ne uygar bir ifade: Sivil ölü. Bize çok ama çok yakışıyor.
Muhterem okur, bunun nasıl bir duygu olduğunu bilemezsiniz. Yok hayır, maaşsızlıktan, parasızlıktan söz etmiyorum. Yıllarca Cemaat’i övüp kollamaktan helâk olmuş heriflerin, size bu muameleyi yapabilmelerindeki rahatlıktan söz ediyorum. Vebalı muamelesi görmekten söz ediyorum. Sizi hiç tanımayan biri işinizi merak edip de, “İşsizim şu anda, atıldım,” yanıtını aldığında, ilk sorusunun “FETÖ’den mi?” oluşunun nasıl sinir bozucu bir durum olabileceğinden söz ediyorum.
İşte Cenk ve diğer KHK’li meslektaşları, atıldıktan sonra bunları, benzerlerini ve daha vahimlerini yaşadı. Kabul etmek gerekir, adı sanı hiç bilinmeyen on binlerce KHK’li, bizlerin (iki üç satır yazma şansı olan, imzacı ve destek imzacılarının) çoğu zaman ciddiye almadığı bu saçmalıkları çok daha ağır biçimde yaşadı ve yaşıyor.
Atılmanın ardından yaşanan hukuksal süreci biliyorsunuzdur. AYM’nin vahim kararı, topun sürekli ‘komisyona’ atılması, komisyonun açıklanamaz hukuksal konumu ve elbette AİHM’nin hokkabazca kararları. Şu ‘mülteciler’ meselesi nelere kâdir! Aşçıya gidiyorsunuz hizmetçiye gönderiyor, hizmetçi bahçıvana, bahçıvan şoföre… Ezcümle, ‘mış’ gibi yapılan bir hukuk oyunu. Ancak ‘mış’ gibi yapmak milli sporumuz olduğundan, dert edilmiyor pek.
Cenk Yiğiter’e dair şunu da söylemek zorundayım, çünkü bu ‘sırrı’ başkası veremez size:
Ankara Üniversitesi’nin ortak yazışma (akademik ve idari personel) platformu vardır: “ank-club.” Kaç bin üyesi var bilmiyorum ancak herhalde az değildir. 15 Temmuz gecesi, Türkiye sermayesi, ensesi kalınlar, üniversite yöneticileri vs. ‘gidişatı sezmeye’ çalışırken, ank-club’te “bir kişi,” çok erken saatte, son derece cesur ve kararlı (darbecileri ‘halk düşmanı’ olarak tanımlayan) ‘darbe karşıtı’ mesajlar yazdı. O kişi, Cenk’ti. İbişgilller silmediyse eğer, o mesaj ve hatta ‘mesajlaşmalar,’ hâlâ duruyordur muhtemelen.
Anlayacağınız Cenk, o gece de, her zaman olduğu gibi açık sözlü, cesur ve dürüsttü.
Cenk, atıldıktan sonra yine Cenk’in yapacağı türden bir işe girişip üniversite sınavına girdi ve Ankara İletişim’i kazandı! Üniversite, neredeyse ona özel bir yönetmelik değişikliğiyle öğrenci olmasını engelledi. O yönetmelik değişikliğinin altındaki imzalardan biri, Ankara Hukuk’un yaşını başını almış anayasa hukukçusuna aitti.
Ardından avukatlık yapmak için başvurdu, Adalet Bakanlığı’nın itirazıyla avukatlık yapması da engellendi.
Yurt dışına çıkışı zaten yasak. Diğer KHK’liler gibi. “Neden?” ve “Hangi yasayla?” gibi mantıklı sorular geliyordur aklınıza. Gelmesin. Çünkü bir ‘anayasacı’ olarak ben, neden yurtdışına çıkamadığımızı bilmiyorum. Bilene de rastlamadım!
Ayrıca bugüne dek ‘taklacılar dahil’ herhangi bir hukukçunun, imza metninde bir suç unsuru olduğuna dair yazısını okumadığım gibi, OHAL KHK’lerini savunan bir makaleye de rast gelmedim. Düşünün; onlar dahi susuyor. Yazamıyorlar. Ortada savunacak bir şey yok çünkü!
Cenk, açık sözlülüğünü ve ‘mizahi ama doğrudan’ üslubunu twitlerinde de sürdürdüğü için hakkında muhtelif soruşturmalar açıldı. Birinden hapis cezası aldı. Yine vazgeçmedi. Sonunda, geçen hafta çok paylaşılan bir twit yazdı ve (kendi özelinde) KHK’li akademisyenlerin yaşadığını bir kez daha dile getirdi:
“KHK’li bir hukuk doktoruyum. Bazı dergilerde yazımın yayınlanması, bazı bilimsel toplantılara katılmam yasak. Kamuda çalışmam yasak. Vakıf üniversitesinde çalışmam yasak. Avukat olmam yasak. Ankara Üniversitesi’nde öğrenci olmam yasak. Pasaport almam ve yurtdışına çıkmam yasak.”
Türkiye’de açık sözlülük ve dürüstlük makbul değildir. “Korkağın anası ağlamaz” ile “Korkunun ecele faydası yok” ifadeleri, aynı toprakta kabul görmüş nihayetinde! Toprağımızda sık sürpriz de olmaz doğrusu. Cenk Yiğiter, Kemal Göktaş’ın bugünkü Diken yazısında dile getirdiği gibi, kimilerinin “huzur ve sükununu” bozacak ölçüde dürüst ve mücadeleci bir insandır.
Muhterem okur, faydası yok biliyorum ama bir kez daha tekrarlamanın zararı da olmaz:
Her hak ihlali, senin hakkının ihlalidir. Her adaletsizlik, aslında sana yapılmıştır. Birinin susturulması, bir gün senin konuşma ihtimalinin engellenmesi anlamına gelir. Cenk Yiğiter’in mücadelesi kişisel değil, içeriği ve sonuçları itibarıyla toplumsaldır.
Canımızın içi Cenk, tanıdığım en dürüst, en ahlaklı ve en mücadeleci insanlardan biridir. Türkiye için, güzel ve anlamlı bir sürprizdir. Kıymeti bilinmelidir.
Sevgili Cenk Yiğiter, serbest bırakılmalıdır.
Akademi ise sessizliğini korumalıdır. Kesinlikle. Suskunluktan ödün vermemelidir. Daha girilecek ilk 500’ler var, böyle işlerle uğraşmamalıdır.
Şşşş.ş.. Ses çıkarmayın sakın. Şşşşşş… Sessiz olun. Şşşşş… Aman ha. Şşşşş… Kime ne canım! Şşşşş… Siz mi söylediniz mücadele et diye. Şşşşş.. Size mi sordu sanki gevezelik ederken. Şşşşş… Neymiş, Cenk akademisyenmiş, pöh, şayteyşında yayını var mı ki?! Şşşşş… Benim çoluğum çocuğum var kardeşim. Şşşşş… Böyle zamanlarda konuşmak akıllıca olmaz. Şşşşş… Dönem geçsin, o zaman değerlendirme yaparız. Şşşşş… Sessizlik.
Şşşşş…