TUNCA ÖĞRETEN
@tuncaogreten | tuncao@gmail.com
7 Haziran genel seçimlerinde AKP’nin istediği sonuçları alamamasının ardından girilen çatışmalı süreçte çözüm süreci, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tabiriyle ‘buzdolabına kaldırıldı.’ 7 Kasım’da yinelenen seçimlere dekse Şırnak, Diyarbakır ve Hakkari gibi pek çok kent özel güvenlik bölgesi ilan edilirken, sivillerin öldürüldüğü operasyonlar düzenlendi. Çözüm sürecini, Kürtlerin ne istediğini, Kürt siyasi hareketinin Türkiye tarihi içerisinde nereye evrildiğini ve devletin Kürtlerin hak talepleri karşısındaki tutumunu Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Dr. Bülent Küçük’e sorduk.
Nedir bu Kürt meselesi? ‘Kürtlerin derdi ne?’
Meselenin özü olan Kürt meselesini tartışırken, aslında yalnızca Türkiye’de değil, İran, Suriye ve Irak’ta da tarihsel olarak farklı biçimlerde varlığı inkar edilmiş bir cemaatten bahsediyoruz. Dolayısıyla Kürt meselesi dört parçaya bölünmüş bir topluluğun antropolojik gerçekliğinin ve bununla bağdaşık olarak kendi kendini siyasi olarak temsil etme ve idare etme hakkının inkar edilmesi olarak tanımlanabilir. Örneğin İran’ı ele aldığımızda, -yasal olarak- Kürdistan olarak adı konulmuş bir coğrafyanın varlığı kabul edilmiş ve fakat defacto Kürtlerin siyasi ve kültürel hakları kabul edilmediğini görüyoruz. Güney Kürdistan’a (Irak’a) baktığımızdaysa kendini idare etme hakkının yıllarca inkar edildiği bir topluluk görüyoruz. Suriye’de durum daha da vahim.
Niye?
Çünkü oradaki Kürtlerin önemli bir kısmı nüfus cüzdanları dahi olmadan yaşamak zorunda bırakılmış, adeta bir mülteci kampının içine hapsedilmişlerdi. Dört ayrı parçada varlığı farklı biçimlerde inkar edilmiş Kürtler üzerine yaptığımız tartışmaya Kürdistan meselesini da dahil edersek, bu aynı zamanda ‘Bir ulusun kendi geleceğini tayin edebilmesi’ hakkının gaspına kadar gidiyor.
Peki, ya demokrasi sorunu olarak değerlendirecek olursak?
Meseleyi sırf demokratikleşme sorunsalı olarak görmek, siyasi temsiliyeti ve statü talebini yani Kürdistan meselesini tartışma dışı bırakmak anlamına gelir. Bu da Kürtleri bir azınlık pozisyonuna itmek demek. Özünde siyasal olan bir meseleyi kültüre tercüme etmekse; yani kimi kültürel (kollektif) hakların (anadilde eğitim gibi) tanınması meselesine indirgemek demek. Fakat biz, henüz buraya bile gelemedik. Kürtçe anadilde eğitim ancak özel okullarda verilebilir ve Kürtçe eğitim veren yalnızca birkaç okul var. Bu da uzun dönemde yine asimilasyon anlamına geliyor.
Kürtlerin başkaldırı geçmişi epey eskilere dayanıyor. Mesela cumhuriyetin ilk yıllarındaki Şeyh Sait isyanındaki kaygı ve taleplerle, bugün Diyarbakır’ın Silvan ilçesindeki Kürtlerin kaygı ve taleplerinde benzerlikler var mı?
1900’lerin başındakiyle bugünkü Kürt mücadelesi arasında söylemsel ve duygusal bakımdan kısmen bir devamlılık var tabii ki. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte Kürt hareketinin çok daha kentli-modern ve ideolojik olarak sol-seküler olan; başta kadınlar ve gençler olmak üzere çok farklı toplumsal kesimleri muhteva eden ve global ölçekte örgütlenmiş bir harekete dönüştüğünü görüyoruz.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt hareketi, itirazını İslami bir tonda yapmayı tercih etti. Neden?
Çünkü dar (kırsal) bir bölgeye sıkışmıştı. Kapitalizm, o yıllarda Kürdistan coğrafyasına etkili bir şekilde sirayet etmemişti. Modern toplumsal sınıflar henüz gelişmemiş, alternatif özgürlükçü söylemler ve zihniyet yapısı geniş olarak toplumsal zeminde henüz karşılık bulmamıştı. İsyanlar daha çok lokal ve kırsal alanlarla sınırlı kalmış, isyanın taşıyıcılığını/ liderliğini aşiretler ve dini figürler üstlenmişti. O dönemki isyanlar sırasında siyasi aktörlerin mobilize edebilecekleri bugünkü söylemsel repertuar mevcut değildi. Bu yüzden isyanlar, kısmen dini referanslar üzerinden ifade edildiler.
Biraz daha açar mısınız?
Yani yapısal-tarihsel söylemsel imkanlar ve kısıtlardan bahsediyorum. O dönemde alternatif sol ve seküler söylemler, o dönemin aktörlerinin siyasi diline ve gündenlik yaşamına henüz sirayet etmemişti. Bundan dolayı da siyasi itirazlar ve talepler çokça İslami bir dille ifade edilmek durumundaydı. İslami ‘kök’ metaforlarının başında gelen hak ve adalet kavramları siyasi-toplumsal itiraza bir imkan sunmaktaydı diye düşünüyorum.
İtirazlar, o dönemde İslami, yakın geçmişteyse sol söylemlerle dile getirildi diyorsunuz. Kürtler, itirazlarını dile getirmek için hep ‘radikalize’ mi oldular?
Kürtlerin hak, adalet ve eşitlik arayışındaki siyasal İslam ve sol söylem, değişik zamanlarda itirazın dillendirilebileceği iki ana söylemsel imkana işaret ediyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında ekseri siyasal İslam, haksızlığa uğramış bir halkın kendi sıkıntılarını dillendirmesine imkan sağladı. 70’lerden sonra Kürt isyanlarına öncülük eden gençler, dönemin sol-seküler ruhu içinde siyasallaştıklarından, o dönemde özgürlükçü sol siyaset Kürtlerin hak arayışıyla buluştu. Bugün ana akım Kürt hareketinin dili daha seküler ama bu İslami motifli Kürt hareketlerinin de olmadığı anlamına gelmez. Aslında siyasallaşmış Kürtler, ideolojik olarak fevkalade çeşitlilik arz ederler. Bu siyasal çeşitlilik modern Kürt toplumunun sosyolojik olarak kendi içinde farklılaşmasıyla da ilgili.
O zaman AKP iktidarıyla birlikte Kürt hareketinde yeniden bir İslamileşme yaşandı diyebilir miyiz?
Böyle bir veriye sahip olmasam da şunu diyebilirim: Kürtler -zamanla dönüşse de- gündelik kültürel pratiklerinde muhafazakar bir toplum olmaya devam ediyor fakat siyasal olarak ezici çoğunluğu -sol veya İslami olsun farketmez- daha çok dönüşümden yana, özgürlükçü bir tavır alıyor. 60’lardan sonra üniversite okumuş siyasallaşmış entelektüel Kürt figürlerinin önemli bir kısmı, tabandan farklı olarak seküler bir bakışa sahiptiler ama bu sekülerlik, -Türkiye solunda olduğu gibi- halktan/gelenekten bir kopuş biçiminde sirayet etmedi.
Kürt hareketinin sekülerleşmesi nasıl oldu?
Türkiye’de Kürt toplumunun dönüşerek modernleşmesi ve sekülerleşmesi ağırlıklı olarak PKK ve Özgürlük Yolu gibi sosyalist fikirlerden feyz alan hareketlerle hız kazandı. Ancak Türkiye’nin batısında olduğu gibi Kürdistan coğrafyasında da ‘laik’ ya da ‘muhafazakar’ gibi keskin ayrımlar yapmak mümkün değil. Kürtler, Türkiye’nin batısı gibi Türk modernleşmesinin en karakteristik özelliği olan şizofrenik bir yarılma yaşamadı diyebiliriz. AKP rejiminin Kürt coğrafyasında da dindar Kürtler ve dindar olmayan (Kemalist) Kürtler ayrımı üzerinden bu yarılma için çokça kaynak mobilize ettiğini söyleyebiliriz. Ana akım Kürt siyasetini toplumsal zeminde zayıflatmak için dindarlaşmaya paralel olarak, bir orta sınıflaştırma siyaseti de güttüğünü biliyoruz fakat 7 haziran seçimleri bu siyasetin pek de başarılı olmadığını gösterdi. AKP’nin kendi tabanı olarak gördüğü kesimin HDP’ye nasıl kayabildiğini görmüş olduk. Bu geçişkenlik mesela CHP ve AKP tabanı arasında söz konusu değil.
Sürece devlet tutumundan baktığımızda; AKP’nin 7 Haziran’dan sonra, 90’larda Tansu Çiller, Doğan Güreş ve Mehmet Ağar’ın uyguladığı şiddet merkezli taktiğe geri döndüğünü görüyoruz. 30 yıllık süreçte ne yaşandı ki; iktidar yeniden Kürtleri baskı kurarak sindirebileceğini düşünür oldu?
AKP’nin çözümden anladığıyla Kürt hareketinin anladığı arasında çok fark var. Bu müzakere sürecinden Kürtlerin güçlenerek çıktığını da söylemek gerekir. AKP, 2009’da Kürt meselesini çözmek için ilk adımı attığında yeni bir devlet ve toplum formasyonu inşa etmek istedi. Böylece Ortadoğu’da da aslında genişleyebilen ve söz sahibi olan bir devlet olacaktı. Yeni Osmanlıcı, emperyal fantezileri vardı. Başbakan Davutoğlu’nun kuramsallaştırdığı teoriler ve Müslüman Kardeşler üzerinden yapılan planlarla Türkiye’nin, bölgede sözü geçen bir güç olması amaç edinildi. Bu amaçla da bürokratik devletten…
Evet…
Bürokratik devletten, daha hızlı hareket eden ‘şirket devlete’ geçiş yaptılar. Bu arada daha dindar ve tüketen toplum yaratma projesi içerisinde de Kürt meselesini çözmek onlara göre çok makul göründü. Kürt kimliğini kısmen tanıyarak, anadilde eğitimi özel okullara devrederek, Kur’an’ı Kürtçe yayınlayarak, meseleyi minimal ve çok kültürcü bir şekilde halletmek istediler. Böylece içteki engelleri kaldırarak, daha geniş bir ‘bölge siyaseti’ yapacaklardı.
Sonra ne oldu? Bir şeyler ters mi gitti?
Ortadoğu siyasetinin çöp olmasıyla birlikte Türkiye’nin, hareket alanının ne kadar sınırlı olduğu ortaya çıktı. Yeni Osmanlıcılık fantezisi de aksayınca; Kürt sorununun stratejik olarak bu yolla çözülmesi anlamını yitirdi. Beri yandan Kürt hareketi de Suriye ve Irak’ta çok daha geniş bir oyun alanına kavuşmuş oldu. IŞİD’e karşı global ittifaklar kurma fırsatı yakaladı.
Yani Kürtlerin, Türkiye’ye kıyasla daha iyi bir dış politika yürüttüğünü mü söylüyorsunuz?
Top Kürtlerin ayağına geldi desek daha doğru olur. Kürtlerin dramatik tarihine eklenen Şengal ve Kobani meselelerinin, dünya gündemine oturması ve bu noktada PKK’nin IŞİD’e karşı verdiği mücadele, dünya nezdinde prestij kazanmasına neden oldu. Evvelden terörist damgası yediği için dışlanan Kürtler, artık ittifak edilebilir siyasi bir aktöre dönüştü. Türkiye’de de HDP ile birlikte daha sağlam muhalefet yapabilme ve siyasal yapıyı değiştirebilme fırsatı yakaladılar. Kürtlerin hem dünyada, hem de Türkiye’de prestijini arttırmasının AKP’ye maliyeti ağrı oldu. Böylece iktidar, Kürtlerin kazandığı bu prestiji ve mevzileri sınırlandırmak için savaş politikasına geri döndü.
AKP’nin, iktidarını sağlamlaştırmak için izlediği bu taktiğin Kürt seçmende karşılık bulmasını nasıl açıklıyorsunuz peki?
İktidar, hizmet politikası üzerinden orta sınıfı genişletip, kaynakları dağıtarak oy alıyordu. Bu yüzden bugün Adıyaman, Urfa ve Antep gibi bazı Kürt şehirlerinde ve İstanbul gibi büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan Kürtlerin ezici çoğunluğu hala AKP’ye oy veriyor. Özellikle de yoksul ev kadınları. Ancak 7 Haziran’a giden süreçte, AKP’nin negatif, saldırgan siyasi dili ve Rojava politikası, Kürt tabanında ciddi bir kopuşa neden oldu.
Devam ettirdiği savaş politikası, AKP’nin zayıflamasına neden olur mu?
Kent mekanlarının abluka altına alınmasıyla icra edilen savaşın sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Beri yandan da bu tarz savaş yapma biçiminin, Gazze örneğinde olduğu gibi Israil için oldukça da sürdürülebilir bir durum olduğunu görüyoruz. AKP de son dönemde bunu yapıyor yani milli cemaati kenetleyip, diri tutuyor. Bu noktada devletle milletin izdivaç etmesine şahit oluyoruz.
Devlet ve millet izdivaç ediyor diyorsunuz. Peki, diğer toplumsal kesimler neden muhalefet etme noktasında birleşemiyor?
Şuanda yaşadığımız şey; anayasal olarak ismi henüz konmamış bir ‘ara rejim’. Bu rejim varolan yasaya göre hareket etmiyor, harekete göre yasa çıkarıyor. Bu rejime itiraz eden pek çok toplumsal kesimin yan yana gelebilmesinin zeminini de ortadan kaldırmaya çalışıyor. Şerif Mardin’in şu minvalde bir sözünü de hatırlatmak gerekir : “Türkiye’de düzene itiraz eden bir kesimi ötekileştirmek ve onu uluslararası bir gücün maşası, hain olarak göstermek; idare etmenin temel mekanizmasıdır.” Türkiye, 60’lardan itibaren hep Mardin’in dediği gibi yönetildi. Yani muhalefet eden her kesimi hain ilan ederek ve böylece birbirine düşman ederek, birleşmesini engellediler. Şimdi de soldan gelen muhalefeti PKK’ye, sağdan ya da muhafazakar kesimden gelenleriyse Paralel’e hizmet etmekle damgalıyorlar. Böylece savaşın, demokratik siyaset yapmayı imkansız hale getirdiği gerçeğine tanıklık ediyoruz.
Bu muhalefetin marjinalleşeceği anlamına mı gelir?
Evet. Demokratik siyaset yapma olanağı ortadan kalkar, muhalefet de kamusal alandan dışlanırsa marjinalleşir. 70’lerde de aynısı oldu. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesiyle Türkiye sol hareketi, giderek marjinalleşti. Bu yüzden her şeye rağmen barış siyasetini devam ettirmek gerekirdi. Yani 7 Haziran sonrası KCK ve PKK, zaten geleceği belli olan savaşı belki bir süre daha erteleyebilirdi.