MURAT SEVİNÇ
Dokuzuncu yazı…
Hükümet sistemleriyle bugüne dek ilgilenmemiş, merak eden okura yönelik yazı dizisinin ilk sekiz bölümünde, ‘üç’ başat hükümet sisteminin hangi koşullarda ortaya çıktığını ve belirleyici niteliklerini anlatmaya çalıştım.
Yazılara başladığım gün T24’te Selahattin Demirtaş’ın güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisine ilişkin bir makalesi yayınlandı. Yine, Gazete Duvar’da kürsüdaşım sevgili Dinçer Demirkent ‘sistem ve kuruluş’ tartışması başlattı. Demirkent’in yazdıklarından, ilerleyen bölümlerde yararlanacağım. Şimdi Selahattin Demirtaş’ın önerisini anlatmak istiyorum. Bu arada başka parti ya da siyasetçilerin önerisi olursa, onları da tartışmaya çalışacağım.
Bir şeyi bıkmadan yinelemekte yarar var: Parlamenter sistem, başkanlık ya da yarı başkanlık sistemleri, hükümet şekilleridir. O düzeye ait. Devlet biçimi (cumhuriyet-monarşi) ya da siyasal sistem (demokrasi-anti demokrasi) ile doğrudan bir karşılıklı belirleme ilişkisi yok. Bir ülke ‘monarşi ve demokrasi’ ya da ‘cumhuriyet ve ceberut’ olabilir. Yine hükümet sisteminin parlamenter ya da yarı başkanlık olmasının da, örneğin devletin üniter ya da federal devlet oluşuyla ilişkisi yok. Federal, üniter ve bölgeli devlet ayrımları, devletlerin biçimiyle değil, bir devletin egemenlik yetkilerini ‘sınırları’ içinde hangi yol ve yöntemlerle kullandığıyla ilgilidir.
Ancak bu ‘düzey ayrımına’ gösterilmesi gereken özen, tartışmayı yanlış bir yöne de sevk etmemeli. Ülkelerin kendi tarihsel serüvenleri, bazen söz konusu düzeylerin iç içe geçmesini ve bir arada gelişmesini sağlayabilir. Örneğin, demokratik ‘siyasal sistem’ için devletin şeklinin ‘cumhuriyet’ olması şart değil; ancak Türkiye tarihinde biri diğeriyle birlikte-eş zamanlı gelişti. Benzer çok örnek bulmak mümkün. İngiltere ise aksine, demokrasisini ‘monarşiyi’ koruyarak geliştirebildi.
Bu ne demek? Eğer ‘parlamenter sistemden’ söz ediyorsak, aslında son derece basit ve anlaşılır bir şey hakkında konuşuyoruz demektir. Parlamenter sistemin iki ana kuralı var: Yürütme organı iki başlı ve o başlardan biri olan devlet başkanı daha ziyade sembolik yetkilerle donatılmış; çünkü ‘siyasal sorumluluk’ yürütmenin diğer başı olan hükümette. İşte hepsi bu.
Buna mukabil, eğer ‘parlamenter demokrasi’ üzerine konuşuyorsak, o zaman işin içine başkaca pek çok değişken giriyor. Nitekim önerilerde yer alan ‘güçlendirilmiş’ sıfatı da bununla bağlantılı.
Bir parlamenter sistemin, parlamenter demokrasiye dönüşmesi üç günde olamıyor. Siyasal düzenin tüm unsurlarının demokratikleşmesinden söz ediyoruz. Türkiye parlamenter sistemin ana kuralını 1909 anayasa değişikliğiyle kabul etti ama hükümet sisteminin az çok demokratik biçimde işleyişi için onlarca yılın geçmesi gerekti. Sistemin en saf ve doğru halinin kabulü 1961 Anayasası ile oldu. Kuşkusuz bazı kusurları olmakla birlikte, anayasacılığımızın zirvesini temsil eden bu anayasa ne yazık ki 12 Eylül’de çöpe atıldı.
Selahattin Demirtaş, ‘dokuz’ madde ile ‘güçlendirilmiş’ parlamenter sistem öneriyor. Aslında söz konusu öneriyi hâlihazırdaki muhalefet partilerinin de büyük ölçüde paylaştığını söylemek mümkün.
Demirtaş’ın yazısının birkaç açıdan çok önemli olduğu kanısındayım:
Öncelikle güncel ve bezdirici siyasi polemiklerden uzaklaşıp AKP ile iyice sürreal hale gelen kavga yerine, ‘AKP sonrası’ üzerine düşünmeye davet eden bir metin var önümüzde.
İkincisi, yukarıda bir kez daha özetlemeye çalıştığım ‘konular rasındaki düzey farklılıklarını’ bilerek, hesaba katarak düşünüyor. Dolayısıyla, ne önerdiği belli. Yazdığı dokuz maddeden yalnızca biri (altıncı madde, meclis ve hükümet) ‘parlamenter sistem’ üzerine. Kalan sekiz madde ise o sistemin ‘demokratikleştirilmesi’ için ‘hukuksal’ ve ‘toplumsal’ düzeyde yapılması gerekenler hakkında. Ezcümle, Demirtaş ‘teknik’ olarak eski hükümet biçimine dönmenin ‘yetersiz’ olacağı kanısında ki, doğrusu da bu.
Parlamenter sistemin ‘parlamenter demokrasiye’ dönüştürülmesi için sunduğu öneriler neler? Aşağıda çok kısaca özetleyip bazı önerilerine yazı dizisinin ilerleyen günlerinde, yeri geldikçe değineceğim.
Dokuz ‘genel’ öneri sunmuş. İçerikleri ‘özet’ olsa da, önemli olan konu başlıkları.
Yazının başlangıcını kendi satırlarından alıntılamak istiyorum:
“…gelinen noktada, eski parlamenter yönetim modelinin de toplumun sorunlarını çözmekte, yaşanan devlet krizini ve çöküşü aşmada yetersiz kalacağı net olarak anlaşılmış olacak ki, muhalefet ağız birliği etmişçesine Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’den söz ediyor. Ne var ki bu sistemi savunan hiçbir siyasi parti, derli toplu bir öneriyle ortaya çıkıp da bu Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in ne olduğunu anlatmıyor. Bunu neden yapmadıklarını bilemiyorum. Kendilerince haklı nedenleri vardır mutlaka. Belki de partilerin bu yönlü hazırlıkları veya çalışmaları vardır, haksızlık etmiş olmayayım.”
Diğer partilerin ‘derli toplu’ bir hazırlığı olup olmadığı bilinmez. Ancak varsa da, şu ana dek herhangi birinin önerisini sunduğuna, kamuoyuna açıkladığına ben de tanık olmadım. Genel manzara, hepsinin bu sistemden şikâyetçi olduğu ve parlamenter sisteme dönmeyi istediği. ‘Demokratikleşmeye’ ilişkin ise partilerin ve diğer bazı kurumların yaptığı bazı çalışmalar, hazırlanan raporlar var kuşkusuz. Ancak bugün ne düşündükleri, tam olarak ne önerdikleri açık değil. Ayrıca, muhalefet partilerinin ‘demokrasi’ sözcüğünden her koşulda aynı şeyi anlayıp anlamadıkları da meçhul.
Yazıdan ikinci ve uzunca bir alıntı:
“…Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’den ne anladığımı, sistemin nasıl olması gerektiğini aktarmak istiyorum. Her şeyden önce benim Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’den anladığım, sadece Meclis’in demokratik bir işleyişe kavuşturulması, Meclis’in etkinliğinin ve gücünün artırılması değil. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, adı üstünde, bir yönetim sistemidir ve doğal olarak bu sistem sadece parlamentodan ibaret değildir. Bu tanımlama, kamunun bütün karar alma, uygulama ve denetleme çalışmaları ile toplumun ve bireyin bu çalışmalara katılmasının en demokratik şekilde düzenlenmesini ifade eder. Bu sistemin meclis (yasama) ayağı kadar yürütme (hükümet), yargı, bürokrasi, medya, sivil toplum, yerel yönetimler ve ekonomik model ayakları da son derece önemlidir… Bu nedenle bütünlüklü bir sistem tartışmasına girmek gerekir. Cumhuriyetin yeni yüz yılında güçlü bir demokrasi inşa etmek için tüm demokrasi güçleri, bu sürece kendi açılarından katkı sunacak çalışmalar yapmalıdır diye düşünüyorum. Tabii ki sadece siyasi partiler değil; akademi dünyası, sivil toplum, aydınlar, medya, özellikle gençler ve kadınlar bu tartışmalara aktif şekilde ve somut önerilerle mutlaka katılmalıdır… halkın doğrudan katılımıyla yürütülmelidir. Unutmamak gerekir ki, demokrasinin bir kültür haline dönüşmesini istiyorsak halkı tüm siyasi süreçlerin asıl öznesi olarak kabul etmek, buna göre bir katılımcılığı hayata geçirmek elzemdir.”
Görüldüğü gibi yalnızca teknik bir hükümet sistemi önerisiyle sınırlamıyor düşüncesini. Çok daha bütünlüklü bir demokratikleşmenin gereğinden ve bu yönde yapılması gerekenlerden söz ediyor. Temel vurgusu, ‘halkın katılımı ve bilgilendirilmesi’ üzerine.
Burada bir açmaz var bana kalırsa. Kuşkusuz tartışmalara aktif biçimde katılmak önemli. Fakat bunun için tartışmaya katılmanın mümkün olduğu bir siyasal atmosfer gerekli. İspanya’dan söz ederken, Franco’nun ölümün ardından siyasal alanı rahatlatan yasaların kabul edildiğini, yasakların kaldırıldığını, partilerin serbest bırakıldığını vs. anlatmıştım. Uygun koşullar yaratılmadan iyi kötü eşitlikçi bir tartışma olamıyor ne yazık ki. İnsanların önce ‘güven duygusuna’ sahip olması gerek. Demirtaş’ın saydığı kişi ve kurumlar içinde benim açımdan en umut verici olanları ‘gençler’, ‘kadınlar’ ve üzerlerinde ne kadar baskı olursa olsun ‘internet medyası’. ‘Akademi’ de andıkları arasında. Ne yazık ki bu konuda onun kadar umutlu değilim.
Giriş kısmının ardından ‘yapılması gerekenleri’ maddeler halinde sayıyor Demirtaş. Sırasıyla: Siyasi partiler, seçim sistemi, medya bağımsızlığı, sivil toplum (toplum), yerel yönetimler, TBMM ve hükümet ilişkisi, yargı, ekonomi ve bürokrasi.
Kuşkusuz her biri uçsuz bucaksız tartışmaların yapılabileceği alanlar. Ayrıca farklı uzmanlıklar gerekiyor. Demirtaş da bunun farkında olduğu için, bir ‘başlangıç’ ve ‘düşünmeye davet’ olarak görüyor kaleme aldığı metni. Maddelerde yer alan ‘gereklerin’ büyük bir kısmı çok uzun yıllardır arada bir gündeme gelen, sonrasında gündemden düşen ve akademik yayınlar içinde bir köşede unutulmuş konular.
Demirtaş’a göre:
“Seçim barajı kaldırılmalı, Türkiye milletvekilliği getirilerek yüzde bir oy alan her partinin en az bir milletvekiliyle parlamentoda temsil edilmesi olanağı sağlanmalı… Yüksek Seçim Kurulu’nun tarafsızlığı ve bağımsızlığı tam anlamıyla sağlanarak eşit ve adil seçim ortamı yaratılmalı, devlet olanaklarıyla seçim çalışması yürütmek ve seçmen iradesine baskı yapmak ağır yaptırımlarla engellenmelidir. Seçime girecek her siyasi parti, bir önceki seçimde aldığı oy oranına göre, seçime ilk kez katılacak partiler ise önceki seçimde en az oyu alan partinin hak ettiği miktara bağlı bir miktarda hazine yardımı alabilmelidir. Güvenilir, şeffaf ve denetime açık bir alt yapı oluşturularak, klasik sandığa giderek oy kullanma yönteminin yanı sıra internet yoluyla da oy verme olanağı sağlanmalıdır.”
Bildiğim kadarıyla bugüne dek muhalefette olup da seçim barajından şikâyet etmeyen parti yok. İktidar olunca vazgeçtiler! Tümüyle ‘kaldırma’ önerisi tartışılır olmakla birlikte, elbette baraj ‘düşürülmeli.’ Herhangi bir demokraside böyle bir garabet yok. Bu konuları ileriki yazılarda ele alacağım için burada uzatmıyorum. Adil ve güvenilir bir ‘seçim’ ortamı yaratmak için yapılması gerekenler olduğu da açık.
‘Türkiye milletvekilliği’, yani çok az oy alan partilerin de bir kişiyle olsun TBMM’de temsil edilmesini sağlayacak değişiklik (ki AYM’nin konuya dair bir iptal kararı var) 90’larda da önerilmiş (sayı 450’den 550’ye çıkarılırken) ve kısa sürede gündemden düşmüştü. Ancak ‘kısa vadede’ internet yoluyla oy kullanılmasının sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Farklı koşullarda tabii ki olmalı, ama bir süre daha oy çuvallarının üzerinde sabahlamakta büyük yarar var!
Buna mukabil ‘sivil toplum’ başlığı altında, yurttaşın yönetime katılabilmesinin bir yolu olarak teknolojinin nimetlerinden yararlanılması önerisi son derece doğru ve ‘gelecek’ hakkındaki öngörüsünün ne denli ‘gerçekçi’ olduğunu gösteriyor:
“Bunun da ötesinde, bireylerin de yerel ve ulusal ölçekteki tüm kararlara ve denetime katılabilmelerinin önü açılmalıdır. Teknolojik gelişmeler, doğrudan demokrasi modelini uygulamayı giderek kolaylaştırmaktadır. Bu olanakların halk tarafından kullanılmasının sağlanması, demokrasinin toplumsallaşmasını ve giderek bir kültüre dönüşmesini sağlayacaktır. Akıllı telefon uygulamalarıyla tüm yurttaşların devlet, yani kamu faaliyetlerine katılarak görüş belirtme, oy kullanma ve denetleme hakkı olmalıdır.”
Medyaya ilişkin asıl vurgusu ‘ifade özgürlüğü’ ve ‘medya sahiplerinin devletle ticari ilişki kurmasına yasal engeller’ getirilemsi gerekliliği üzerine. ‘Sivil toplum’ ile kastettiği ise sade suya tirit bir ‘sivil toplumculuk’ değil. Örgütlü ve örgütsüz tüm toplum kesimlerinin her yönetim kademesinde yer alması, yönetimin işleyişine müdahil olması. Aynı vurguyu ‘yerel yönetimler’ başlığı altında da yapıyor ve kapsamlı bir yerel yönetim reformunu savunuyor.
Hükümet sistemi tercihinin ‘klasik’ parlamenter sistem olduğunu yukarıda söylemiştim. İlgili başlık altında bir iki ayrıntıya değiniyor ve hepsinin çıktığı kapı aynı: Şeffaflık ve hesap verilebilirlik.
Yargı konusundaki önerisini olduğu gibi alıntılıyorum:
“Mevcut Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) yerine, Hakimler Kurulu ve Savcılar Kurulu şeklinde iki ayrı üst kurul oluşturulmalıdır. Bu kurullara üye seçimi en demokratik ve katılımcı yollarla olmalıdır. Her iki kurulda da tüm avukatların oyuyla seçilecek birer baro üyesi, tüm hukuk fakültelerinin akademik kadrolarının oyuyla seçilecek birer üye, TBMM’den oylamayla belirlenecek ikişer üye, Cumhurbaşkanı’nın belirleyeceği bir üye, üst yargı kurumlarının üyeleri tarafından seçilecek birer üye, bizzat hakimler ve savcılar tarafından belirlenecek beşer üye bulunmalıdır. Hakim ve savcıların mesleğe kabul edilmesi yetkisi Adalet Bakanlığı’ndan alınmalı, Hakimler Kurulu’na ve Savcılar Kurulu’na devredilmelidir. Hakimlerin ve savcıların mesleğe kabulünde objektif kriterler ve liyakat esas alınmalıdır. Hakim ve savcıların özlük hakları, atama ve terfi işleri, soruşturulmaları ve görevden alınmaları bu kurullar tarafından ve objektif kriterler esas alınarak, evrensel yargı etik kurallarına uygun şekilde yürütülmelidir. Hukuk fakültelerindeki eğitim kalitesi artırılmalı, işlevini yerine getiremeyen hukuk fakülteleri kapatılmalıdır. Staj dönemlerinde temel insan hakları eğitimi artırılmalıdır. Kadın hakimlerin sayısının artırılmasını teşvik edecek düzenlemeler yapılmalı.
Savcıların mahkeme salonundaki yerleri müdahil sıralarıyla aynı hizada ve savunma tarafıyla eşit şekilde yeniden düzenlenmelidir. Savcıların çalışma odaları hakimlerden ayrı bir binada, barolar ve avukatlarınki gibi münhasıran ayrılmış özel yerlerde olmalıdır. Avukatların delil toplama ve bilgiye, belgeye ulaşma yetkileri savcılarla eşit hale getirilmelidir. Sadece savcılara bağlı çalışan ve tek görevi adli işler olan adli kolluk kurulmalıdır. Adalet teşkilatının personel, altyapı, bina, lojman ihtiyaçları eksiksiz karşılanmalı, hakimler ve savcılar dahil tüm adalet personelinin sendikal örgütlenme hakkı yasal güvence altına alınmalıdır. Cezaevlerinin insan onuruna yakışır yerler haline getirilmesi ve infaz anlayışının eza çektirmeye yönelik olmaktan çıkarılması gerekir. Yargıç güvencesi fiilen ve yasal olarak güvence altına alınmalıdır.”
Yukarıdaki satırlar uzun yıllardır çeşitli mecralarda hukukçular tarafından gündeme getirilen önerilerin iyi bir özeti niteliğinde. Kişisel olarak yargı bağımsızlığı (diğer tüm ‘hukuksal’ sorunlar gibi) nevi bir düğümün salt ‘hukuksal düzenlemelerle’ çözümelemeyeciğini düşünüyorum. Evet hukuksal düzenleme çok gerekli ve evet, kesinlikle yeterli değil. Bu nedenle, önerideki iki satırın altını özellikle çizdim. Çünkü bunlar tüm yargı tartışmaları içinde en az gündeme gelen konular: Yargıda cinsiyet eşitliği ve hukuk fakültelerindeki eğitim. Sorunların temelinde önemli yer tutan bu iki unsurun çoğu zaman ‘teknik’ işçilikten daha hayati olduğu kanısındayım.
Demirtaş’ın ‘bürokrasi’ konusundaki asıl vurgusu, ‘liyakatın’ sağlanması için gerekli düzenlemelerin yapılması.
Yazısını şu cümlelerle bitirmiş:
“Toplam dokuz maddede özetlemeye çalıştığım bu modele şüphesiz ki, çok şey eklenebilir. Elbette bu sisteme geçebilmek için hem Anayasa hem yasa hem yönetmelik hem kamu kurumları tüzüğü hem TBMM iç tüzüğü düzeyinde çok sayıda değişiklik yapılması gerekiyor. Bu nedenle tüm siyasi aktörlerin birlikte hareket etmesi ve bu süreci toplumsal bir katılımla yürütmesi gerekir. Fakat her modelde olduğu gibi Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’de de gerçek ve kurumsal bir demokrasinin gelişmesi, öncelikli olarak anlayış devrimine bağlıdır. Halkın demokratik çıkarları dışında hiçbir amacı, hedefi, hırsı ve gündemi olmayan siyasi aktörlerin öncülüğünde ve tüm toplumsal kesimlerin el ele vererek oluşturacakları demokrasi ittifakının gücüyle başarılı olunabilir. Kolay değil ama imkansız da değil. Biraz daha samimiyet ve cesaret yeterli olacaktır. Belirttiğim çerçevede Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçilirse devlet demokrasiyle buluşmuş olur ve tüm toplumsal sorunların çözümü mümkün hale gelir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin artık kişilerin, grupların veya partilerin devleti olmaktan çıkarılarak halkın devleti haline getirilmesinin zamanıdır.”
Burada ‘anlayış devriminin’ altını çizdim, çünkü bir parlamenter sistemi ‘parlamenter demokrasi’ haline getirecek yegâne koşul. Zihniyetin dönüşmesi için çaba harcanmadığı sürece yapılacak değişikliklerin çok şey değiştirmediği bugüne kadarki deneyimle sabit.
Yazı dizisinin sonraki bölümlerinde, sistemin ‘demokratikleşmesi’ ve anayasa tartışmanın yol, yöntem, araçları üzerinde duracağım.
Selahattin Demirtaş’a, önerileri ve zor koşullar altında başlatmaya çalıştığı tartışma için teşekkür ederim.
Bir yanda yıllardır cezaevinde tutulan Demirtaş’ın yazısı, üslubu, sunduğu öneriler, birikimi. Diğer yanda ‘asgari sayıda sözcük kullanarak’ ülke yönetiminde neredeyse otuz yıldır etkili olabilen bir siyasi parti genel başkanının TTB’ye (ve tabii hazzetmediği her bir yurttaşa) yönelik hakaretamiz ifadeleri. Bunları düşünüyor ve yazıyı istediğim sözcüklerle bitiremiyorum…