MURAT SEVİNÇ
Şu hayatta ve memlekette AKP’li olmak varmış! Olumlu her ne varsa, sahibi sensin. Tüm olumsuzlukların müsebbibi ise, senin dışındakiler. Bir gün CeHaPe zihniyeti, bir gün faiz lobisi, bir gün üst akıl, bir gün emperyalistler, bir gün Siyonistler, bir gün Geziciler, bir gün Sorosçular… Mevsimine göre değişiyor!
Daha dün anti-emperyalizmden söz ederken, bugün ırkçı müteahhit Trump’ın, diğer çapsız sağcı Batılı liderlerle el ele vererek fırlattığı füzeleri alkışlamaktan avuçları kızarıyor. (Eh zaten anti-emperyalizm ‘vurgusu’ daha ‘samimi’ olan Refah Partisi’nden de, bu yüzden kopmamışlar mıydı!) Kabul etmek gerekir, konforlu bir yaşam AKP yandaşlarınınki!
Deizm tartışmasına da bu kapsamda bakalım. Kısaca, ‘Yalnızca Tanrı inancı’ olarak özetlenebilecek felsefi bir tavır deizm. Kimi dindar gençlerde deizme sempati başlamış ve AKP’liler bu sosyal-siyasal eğilimi, ‘fırça atarak’ ve ‘hakaret ederek’ engellemeye çalışıyor. Baskının, her zaman ve her yerde ‘ters tepen’ bir olgu olduğu gerçeğini görmezden gelerek, doğal olarak. Reddetmek zorundalar, çünkü aksi halde ‘düşünmek,’ ‘anlamak’ ve ‘değerlendirmek’ zorunda kalacaklar ki, bu tarz rejimlerin harcı değil.
Şunu söylemeden asıl konuya geçmek istemiyorum: Topluma akıl almaz bir kibirle ve zil zurna iktidar sarhoşluğuyla yön vermeye çalışanlar, yalnızca kendinden olmayanları değil, kendinden olan ya da görünenleri de pek ‘tanımıyor’ artık. Özellikle gençleri.
Ne yani ya, nasıl tanımayız ya, tanımıyorsak nasıl bu kadar oy alıyoruz ya, siz kimsiniz kardeşim ya…
Eğer merak ediyorlarsa, biz şuyuz: Onların artık bağ kuramadıkları, kurma şanslarını yitirdikleri gençleri gören, konuşan, dinleyen insanlarız. Otobüsteki, vapurdaki, metrobüsteki, sokaktaki, okuldaki gençleri. Parti teşkilatından olmayan, trol olmayan, çıkarı olmayan, muhbir olmayan; iki arada bir derede kalmış, ne yapacağını bilemez haldeki gençleri. Bir de tabii biz, sosyal gelişmelerin, siyasal eğilimlerin, kültürel dönüşümün, ‘höt’ ve ‘zöt’ ile engellenemeyeceğini iyi kötü bilecek kadar olsun, ‘düşünebilen’ insanlarız.
Asıl konuya geleyim. Ne yaptı Diyanet İşleri Başkanı? Her bir yurttaşın vergisiyle yayın yapan TRT’de, o yurttaşların bir kısmına ‘sapık’ dedi: “Bizim milletimizin hiçbir ferdi böyle sapık, batıl bir anlayışa asla prim vermez. Milletimize, gençlerimize kimse iftira atmasın. Benim bu tanımımdan sonra hiçbir gencimizin ve insanımızın sapık ve batıl felsefi bir düşüncenin peşinden gidecek kadar buna itibar edeceğini zannetmiyorum.”
Milletini de, gençlerini de çok iyi tanıyan, özel biri belli ki! Kişisel olarak kendilerini düşürdükleri bu durumdan, içlerindekini her fırsatta üzerimize boca etmelerinden son derece memnunum. Üç gün sonra kimsenin adını dahi hatırlamayacağı (sahi, bir öncekinin adı neydi!) bu adamların hakaretleri üzerine yazma gerekliliğiyse, onların ‘öneminden’ değil, temsil ettikleri kamu kurumlarının konumundan kaynaklanıyor.
DİB, Mart 1924’te Evkaf ve Şeriye Vekâleti ortadan kaldırılarak, başbakanlığa bağlı olarak kuruldu. Amaç, ‘dini’ devlet denetimine almaktı. Dolayısıyla ‘kuruluş’ aşamasındaki ‘Sünni-Türk yurttaş’ tercihinin sonucu olarak, o Sünniliğin nasıl anlaşılması gerektiğini belirleyecek olan da devletti. Kısaca, DİB’in varlığı, laiklik ilkesinin güvencesi olarak görülmüştür. O gün bu gündür DİB, tam olarak ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiştir. AKP’nin içinde filizlendiği siyasal İslamcı ideolojinin ‘DİB karşıtlığı’ ise pek çok konuda olduğu gibi iktidarı elde edene dek sürdü. Türkiye’de genel eğilim budur. İktidar olan partiler, zamanında sorun olarak gördükleri kurum ve kuralları tepe tepe kullanmaya başlar. Ortalama yurttaşın ‘duruşuyla’ da uyumlu bir tavırdır bu…
1982 Anayasası DİB’i 136. maddede düzenler. Buna göre DİB ‘genel idare içinde’ yer alır. Yani, dini bir kurum olarak değil, genel idarenin parçası olarak düzenlenmiştir. Görevi; “…laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Demek ki DİB, laiklik ilkesi doğrultusunda davranması gereken bir kamu kurumu. DİB’in Başkanı olan her kimse, aynı doğrultuda hareket etmek zorunda. Bunun, kişilerin huyuyla suyuyla ilgisi yok. Anayasal zorunluluk.
Uzun uzadıya laiklik ilkesi anlatacak değilim. Adına ister ‘laiklik,’ isterseniz laikliğin şerbetlisi olan ‘sekülerlik’ denilsin, Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri dahil pek çok hükmünde yer alan bir ilkenin, asgari koşulları vardır. O koşullardan biri, en geniş anlamda devlet işlemlerinin, referansını herhangi bir inançtan almamasıdır. Tekrar: Herhangi bir inançtan. Bunun doğal sonucu, devletin inançlar (ve inançsızlık) karşısında ‘eşit’ mesafede olmasıdır. Türkçesi: Devlet organları, yurttaşlar arasında taraf tutamaz.
Hemen burada, AYM’nin zamanında verdiği ‘muhteşem’ bir kararı hatırlatmak çok iyi olur. 1986 Kasım ayındaki karar, ‘Semavi dinler kararı’ olarak bilinir. (Resmi Gazete, 22.07.1987- 19380) İptal istemine konu olan, eski TCK’nin 175. ve 176. maddelerinde yapılan değişikliklerdi. Düzenleme, ‘semavi din’ mensuplarına hakaret, ibadetlerine yönelik engeller ve ibadethanelerine zarar vermek gibi fillerin cezalandırılmasına ilişkindi.
AYM kararından alıntılayarak:
“Modern devlette din, kimi haklara sahip olmanın bir şartı değildir. Günümüzde devlet, vicdan hürriyetine olabildiğince saygılı, bünyesinde çeşitli din ve mezheplere inananlara ve bunlara ait teşekküllere yer veren bir kurumdur. Lâik devlette herkes dinini seçmekte ve inançlarını açığa vurabilmekte, tanınmış olan din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içerisinde serbesttir. Hiçbir dine itikadı olmayanlar için de durum aynıdır. Lâik bir toplumda herkes istediği dine ya da inanca sahip olabilir. Bu husus yasa koyucunun her türlü etki ve müdahalesinin dışındadır. Gerçek vicdan hürriyetinden ancak lâik olan ülkelerde söz edilebilir. Dinlerden birini devlet olarak tercih fikri ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı düşer. Lâik devlet din konusunda inancına bakmaksızın yurttaşlara eşit davranan, yan tutmayan devlettir. Lâik bir toplumda din ya da mezhep farklılığı kişiler arasında hiçbir ayırıma neden olamaz. Devletin kendisine ait bulunan cezalandırma hakkını kullanırken bireyler arasında inançlarına göre ayırım gözetmemesi gerekir. Anayasanın 24. maddesinde ifadesini bulan ve Anayasa güvencesinde olan din ve vicdan özgürlüğü sadece semavî dinlere inananlara özgü bir temel hak niteliğinde değildir. Ülke toprakları üzerinde yaşayan herkes bu özgürlüğe sahiptir… getirilen yeni düzenlemenin semavî dinler ve bunların mensuplarıyla semavî olmayan dinler ve bunların mensupları arasında ayırım gözettiği açık ve seçiktir.”
AYM, yukarıdaki gerekçelerle düzenlemeleri Anayasa’ya aykırı bulmuştu.
Demek ki devlet, yurttaşları inançlarına göre ayıramaz.
Hâl böyleyken, üç öneri yöneltilebilir:
Birileri, Diyanet’in başındakine Anayasa’yı ve kendi kurumunun anayasal konumunu hatırlatmalıdır.
Deizme sapıklık, haliyle deist yurttaşlara da ‘sapık’ diyen kamu görevlisi, kavramları doğru, yerli yerinde kullanmayı öğrenmelidir. Örneğin çocuk tacizi, sapıklık kabul edilebilir. Bir inancı ya da inançsızlığı tercih etmek ise sapıklık değildir.
Son olarak; telaşlı şahıslar, Türkiye’de 2000 yılında doğup halihazırda 18 yaşında olan bir gencin, son 16 yıla tanıklık ettikten sonra hiç olmazsa ‘Deizm’de karar kılmış olmasını, büyük bir lütuf ve ‘kâr’ kabul etmelidir…
Yazı önerisi: Elbette hiçbir yetkiliden hesap sorulmayacağını ve sorumluların yüzünün kızarmayacağını biliyorum. Yine de, göz altına alınan üniversite öğrencilerine ‘yapılanları’ anlatan Seran Vreskala’nın söyleşisini, ‘sonuna dek’ okumanız dileğiyle buraya bırakıyorum.