GÜLBEN ÇAPAN
gulbencapan@diken.com.tr
@istanbulartsnob
Bu yıl 5 Eylül-1 Kasım tarihlerinde Maria Berrios, Renata Cervetto, Lisette Lagnado ve Agustin Perez Rubio küratörlüğünde dört farklı mekana yayılarak pandemiye rağmen gerçekleşen 11. Berlin Bienali’ni, Berlin’de yaşayan ve bienali gezme fırsatı bulan, sanatçı ikili Aslı Serbest ve Mona Mahall’den dinledik.
Yaşamlarını ve çalışmalarını Berlin’de sürdüren ikili, aslında birer sanatçı olarak mekan, ilgili süreçler ve pratikler üzerinde işbirliği yaparak çalışıyorlar. Araştırma temelli olarak, çeşitli medya ve formatlar aracılığıyla mekansal işler geliştiriyorlar ve üretiyorlar. Bu araştırmaların ve bulguların şiirsel ve politik imkanlarını (yeniden) harekete geçirmek için onları sergi, yerleştirme, model, arşiv, skenografi ya da yayın projelerine dönüştürüyorlar.
Bu projeler, feminist inşalarını takiben, sabitlenmiş mekanlar ve nesneler olmaktan çıkıp lineer olmayan versiyonlar olarak kendilerini sunuyor ve reddedilmiş bilgiyi kolektif olarak (yeniden) düşünmek ve yaşamlarımızı, okulları, çevrimiçi ve çevrimdışı hareketlerimizi düzenlemenin alternatif biçimlerini bulmak için buluşmalar yaratmayı amaçlıyor.
Aslı şu an Bremen’de Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde geçici mekânsal formlar ve pratikler konularında profesör olarak çalışmakta, Mona ise Hamburg’da HafenCity Üniversitesi’nde Sanat ve Mimarlık profesörü olarak görev almakta. Ayrıca şu an Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçıları olarak beraber çalışıyorlar.
Öncelikle en merak edilen soru olan, Berlin Bienali’nde pandemi konusunda nasıl önlemler alınmıştı?
Geçtiğimiz yılın eylül ayında 11. Berlin Çağdaş Sanat Bienali zaten başlamıştı. Büyük bir hızla ya da geniş bir ölçekte değildi ama süreğendi. Berlin’in kuzeyinde, Wedding’de yer alan ExRotaprint adlı eski bir baskı makinesi fabrikasında üç farklı ‘deneyime‘ katılma şansımız oldu, Brezilyalı sanatçı Flávio de Carvalho’nun 1930’larda yaptığı Avrupa seyahati hakkındaki hikayeleri dinledik ve Feminist Health Care Research Group (Feminist Sağlık Bakımı Araştırma Grubu) tarafından düzenlenen bir atölyeye katıldık -bunların hepsi, pandemi ‘Avrupa Kalesi‘ne ulaşmadan önceydi. Şu an ExRotaprint, epilog adı verilen final sergisine ev sahipliği yapan dört mekandan biri. Sergi bu sayede şehrin tamamına yayılmış durumda. Program güçlü bir feminist pozisyondan hareket ediyor ve hem kolektivite ve bakım/özen hem de mücadele konularına değiniyor. Güney Amerikalı küratör ekibindeki dört kişiden biri olan Lisette Lagnado ile Venedik Bienali’nde tanışmıştık. Feminist bir yaklaşımın mutlak aciliyeti hakkında henüz oradayken konuşmuştuk; bu konu, ‘A Politics of Location‘ (Bir Konum Politikası) başlığıyla 2019’da düzenlenen ve küratörlüğünü üstlendiğimiz 7. Sinop Bienali’nin de temelindeydi. Karadeniz kıyısındaki bienal sansür nedeniyle erken sonlanırken Berlin Bienali’nin kapanışı ise pandemi krizi nedeniyle zorunlu olarak üç ay gecikti. Nihayet 5 Eylül’de açılan sergiyi, maskelerimiz, korumalı kulaklıklarımız ve kesin olarak belirlenmiş zaman aralıklarıyla ziyaret ettik; bu sayede her nefeste krizin farkındaydık. Bu krizler nitelik ve ölçek açısından farklı olduğu kadar, bireysel ve kolektif bedenlerimizdeki ve dünyayı şiddetle yöneten patriyarkal sistemdeki çatlakları da açığa vuruyorlar. Bununla birlikte, 11. Berlin Bienali sistemle yüzleşecek şiirsel ve politik güce sahip. Serginin kuir, harika, öfkeli, cüretkar ve duyarlı evrenine girmek bizim için sadece ilham verici değil güçlendirici de oldu.
‘Ataerkil figürlerle kolektif bir yüzleşme’
Bienalin konusu, ‘İçimizdeki çatlaklar’ bir şiirden alıntı. Bu bağlamda nasıl işler üretilmiş, mesela feminizme ne ölçüde yer verildi? En etkilendiğiniz işleri anlatmak ister misiniz?
Şair Iman Mersal’in feminist bir yansıtıcı yazısına göndermeyle, sömürgeci kapitalizm ve onun kültürel kurumu olan modern müze bağlamında ‘toprak anadaki’ çatlaklardan bahsediliyor. Gropius Bau’da, ‘öteki‘ olanın koleksiyonunu yapmak ve kataloglamak yönündeki şiddetli Avrupalı dürtüsünü ifşa eden tersyüz edilmiş bir müzenin karanlık mekanına girdik. Burada, sömürgecinin yol açtığı hasarların yanı sıra politik ve estetik öz savunma eylemleri de yer alıyordu. Mekanın bir uygulamalı sanatlar müzesi olarak asıl işlevine gönderme yaptıkları noktalar vurucuydu; Antonio Pichilla’nın duvara astığı ve ‘Blows and Healing‘ (Darbeler ve İyileşme) adlı şamanistik pratikler hakkındaki bir video çalışmasının eşlik ettiği kalın yün ipliği buna örnek verilebilir. Kolombiyalı sanatçı platformu Mapa Teatro’nun ‘Amazon’daki Ay‘ adlı sarmal yerleştirmesi, Amazonların ortamına girince kendisine hayaletlerin musallat olduğu keşif heyeti üyesi bir altın arayıcısının hikayesini anlatıyor. Biz kendi pratiğimizde mekan ve ölçeğe dair sorularla detaylı olarak ilgilendiğimiz için, bir video gösterimi eşliğinde döşeme üzerinde yavaşça dönen palmiye ağacını içeren bu işin, mekanda ‘soluksuz kaldığını’ fark ettik, özellikle sesin kulaklıklar yoluyla taşımamasından dolayı. Bir müze, 19. yüzyılda ya da bugün, Amazonlara nasıl mesken olabilir?
Berlin’in Mitte bölgesindeki KW Çağdaş Sanat Enstitüsü’ne programlanan zamanda girerken çatlaklar bizim öz ve kolektif bedenlerimize de içkin hale geliyor. Tersyüz etmeye ve altüst etmeye benzer bir şekilde mekan, burada, odağı sömürgeleştirilmiş topraktan bastırılmış bedenlere kaydırıyor. Ancak bu bedenler canlı ve bizim çoğu zaman kelimenin tam anlamıyla altüst edildiğini gördüğümüz ataerkil figürlerle, beyaz Baba’nın, rahibin/otokratın, İsa’nın figürüyle kolektif bir yüzleşme içinde. Kimliğin, cinsel ve spiritüel bastırmanın süregelen biçimlerinin ikiliğe dayalı inşasına karşı Florencia Rodriguez Giles’in geniş karakalem çizimlerinde yeni yaşam formları bir araya geliyor. Tuhaf bedenleri ve bedensel dolaşıklıkları yoluyla, ‘doğal düzen’ diye bir şey olmadığını ve sadece bileşim (composition) ve ayrışımın (de-composition) mevcut olduğunu gösteriyor.
Tersyüz etmek serginin kavramsal bileşimlerini anlamanın bir yolu ise (dört mekanın adları: The Inverted Museum/Tersyüz Edilmiş Müze, The Antichurch/Kilise Karşıtlığı, daadgaleri’deki Storefront for Dissident Bodies /Muhalif Bedenler için Vitrin ve ExRotaprint’teki The Living Archive /Yaşayan Arşiv), Azucena Vieites’in yerleştirmesinde bu bilhassa güçlü bir biçimde hayat buluyor. Bir duvar ve vitrin, çok çeşitli çizimleri, baskıları ve posterleri sergiliyor; hepsi sanatçının kendi yayınladığı ‘Erreakzioa-Reacción‘ adlı feminist yayına ait fragmanlar, bulgular ve izler. Bu fragmanlar (hey baby!/hey bebek!), çocuklarla yapılan atölyeler de dahil olmak üzere arkalarındaki işbirliğine dayalı süreçlere işaret ediyor ve tekil sanatçıyı/yaratıcıyı, sadece modern dünyaya değil modern sanata da egemen olan beyaz Baba figürünün soyundan gelmesi bakımından sorguluyor.
Serginin merdivenlerini çıkarken ataerkil sisteme karşı gelişen güçlü hareketin daha da güçlendiğini algılıyoruz. JINHA haber ajansının kurucusu olan Kürt sanatçı Zehra Doğan’ın bir Türk hapishanesinde diğer siyasi mahkumlarla birlikte kalırken ürettiği metin ve çizimlerden oluşan Kürtçe çizgi roman çalışmasını da bu bağlamda not düşmek önemli.
‘Bienalde tüm cinsiyetler temsil ediliyor’
Bu kadar ataerkil sistemden bahsederken, bienalde seçilen sanatçılar arasında denge ne ölçüdeydi?
Bienalde tüm cinsiyetler temsil ediliyor; kesişimsel ve oldukça dengeli bir şekilde. Tüm katkı sunanlar kuir-feminist gibi görünüyor ve birbirlerine güç veriyorlar.
11. Berlin Bienali küratörü Lisette Lagnado ile röportaj yaptınız. Lagnado’nun bienal hakkındaki görüşleri neydi, pandemi dolayısıyla oluşan engeller hakkında neler söyledi?
İlk soruyla bağlayacak olursak: Lisette, pek çok sanatçının küresel Güney’den Berlin’e seyahat edip sanat eserlerini sergilemelerini ve açılışa katılmalarını engelleyen pandemi krizi ve karantina nedeniyle çok üzgündü. Ona göre tüm ekibin ve sanatçıların video ve telefon üzerinden iletişim kurmaları ve eserlerinin mekanları, yerleştirmeleri ve diğer parçalarla bağlamsal ilişkileri hakkında tartışmaları büyük bir çaba istiyordu. Öte yandan, küratör bize pek çok sanat eserinin pandeminin getirdiği yeni durum sebebiyle dönüşüm geçirdiğini söyledi: Örneğin, Mariela Scafati, yakını olan insan bedenlerinin şeklini verdiği ve renkli ahşap levhalarla yaptığı ‘Mobilization‘ (Mobilizasyon) adlı yerleştirmesini tamamen değiştirdi. ‘Bedenler‘ önceden planlandığı gibi bir eylemde ayakta duran bir grup insan olarak bir araya getirilmek yerine yerde uzanan ve bükülmüş dizleri ve kollarıyla yeniden kalkmaya hazır şekilde yerleştirildi.
Elena Tejada-Herrera’nın ‘They Sing, They Dance, They Fight’ (Şarkı Söylüyorlar, Dans Ediyorlar ve Dövüşüyorlar( adlı üç kanallı video yerleştirmes, çok ilgimi çekti, onu biraz anlatır mısınız?
Peru’nun Lima şehrinde öz savunma antrenmanı yapan, dans eden ve şarkı söyleyen kadın gruplarının hızlı oynatılan bir kaydı. Karantinadaki kadınların kendi kaydettikleri farklı kliplerden oluşan kolajda geleneksel olarak erkek bedeniyle özdeşleşmiş makas dansını sergileyen eden Perulu bir dansçının folklorik figürlerini muhteşem bir şekilde yorumlayan bir kadın dansçı var. Deniz kızları ve vampirler gibi kurmaca karakterler de yer alıyor. Öz savunma teknikleri uygulayan trans kadınların görüntüleriyle beraber, video, bireysel eylemlerin estetik ve politik özbelirlenim için verilen kolektif bir kavgaya dönüştüğü özel ve yarı-özel alanlardaki bulaşıcı enerjiyi yakalıyor. Şarkı söylerken, dans ederken ve dövüşürken bu kadınlar, heteronormatif sistemin kurduğu ve hala koruduğu sınırların ötesine geçen güçlerini sergiliyor ve pratik ediyorlar.
İngilizceden çeviri: Deniz Nihan Aktan