MURAT SEVİNÇ
Okuyacağınız satırları rahmetli annem için yazıyorum. Ama bu yazı aynı zamanda, 11 çocuk doğurmuş, 55 yaşındayken vurulduğu kaldırımdan günlerce ‘alınamayan’ Taybet İnan’ı, öldürülme endişesiyle uzaktan ‘seyretmek’ zorunda kalan evlatlarına, bizim buralardan cılız bir ses olsun, kabul ederlerse…
Yaşlı insanlar pencere önünde oturmayı seviyor sanırım. Her yaşlı mı bilemem, annem severdi. Anneleri yaşlanmış arkadaşlarım da aynı davranışı gözlemliyordu. Elinde örgüsü, çayı kahvesi, pencerenin önündeki koltuğundan mahalleyi izlemek. Gelen geçen, öğrenciler, araçlar, tartışanlar. Sanırım artık eskisi kadar rahat hareket edemeyen bir bedenin, dışarıyla bağ kurma yoluydu bu. Dünyadan haberdar olmak. Dünya da, o iki üç sokakla sınırlı haliyle. Neredeyse yarım yüzyıldır yaşadığı evi, penceresi, sokakları, rahmetli beyi Hüseyin’in diktiği ıhlamur ağacının dalları arasından, kenar mahalle kargaşasını izlemek.
Babamın vefatından sonra, ölenin yaşını hiç sormadım. Hiç. 72 yaşındaydı ve pek yaşlı sayılmasa da, yirmili yaşlardaki cenazelerin memleketinde… Fark ettim ki, soranın yüzünde çok haklı ve anlaşılabilir bir rahatlama oluyor. İyi hoş da o rakam bana bir şey ifade etmiyordu. Benden size tavsiye, sormayın, boş verin. Çok merak ederseniz, hiç olmazsa evlada ve eşe sormayın.
1932’de başlayan bir ömür. Az buz değil, neredeyse Cumhuriyet tarihi. Memleketin yoksul ama umutlu yılları. Yakup Kadri romanlarına konu olan taşra manzaraları. Ağrı’nın Tutak kazası, Esmer köyü. Ailenin ilk çocuğu. Baba, demircilik yapıyor, tarla ve hayvancılık işlerinin yanında. Anne çocuk doğuruyor. Kaybettiklerinin sayısı, hayatta kalanlardan fazla. Son zamanlarında diz dize konuşurken hep o günleri andı bizimki. 1930’ların Anadolu’sunda köy kızı. Koşup oynamalarını, kar yağdığında çatıya uzanan kardan merdivenlerden nasıl tırmandıklarını, hasat zamanı gelip babası tarlaya gittiğinde atına atlayıp onlara nasıl yemek taşıdığını. Ne güzel günler geçirdiğini ve ne kadar yorucu günler geçirdiğini. Savaş bittiğinde 13 yaşında bir çocuk.
O zamanın Anadolu insanı şimdiki gibi değil. Gerçi bazı şeyler pek değişmiyor ama yine de şimdilerde evlenmeden birbirini görüyordur herhalde gençler. Emin değilim aslına bakarsanız, belki de aynı düzen az çok devam ediyordur. Hüseyin’in babası, annemi beğenip oğluna almaya karar vermiş. Tabii soran eden yok. Sorsa da nasıl hayır diyecek, büyükler öyle uygun görmüş. Evlenmeden önce, nişanda mıydı neydi, görmüşler birbirlerini. Öyle başlamış zorlu hayatı. Ya da, o gün bitmiş, baba evinde geçen güzel genç kızlık yılları. Hüseyin bir gün dedi ki oğluna, “Ben anneni evlenmeden önce gördüm ama şu dünyaya on kez gelsem yine onunla evlenmek isterdim.”
Sevmişler demek ki. Bir ömür gözlemledi çocukları. Gel gör ki, sevmek, daha doğrusu sevdiğini söylemek de ayıp o kültürde. Zaten her şey ayıp görülüyor Doğu’nun çilekeşine. Kayınbabanın yanında söze girip konuşmak ayıp, geline. Büyüklerin yanında çocuk sevmek, başını okşamak, ayıp. Bacak bacak üstüne atmak, çok ayıp. Babamın yanında hiç öyle oturamadım örneğin. Düşünün, ben de okumuşuyum bu dünyanın! Bugün delice kabul edilecek ne var ne yok, her şey kural. Gelin misin, esir misin, hizmetçi misin, eş misin, anne misin? Ama bir bizim anamız değil ki, hepsinin durumu aynı. Yoksulluk öte yandan.
Daha önce de yazmıştım; bizimki, çamaşır makinesi, buzdolabı olan gençlerin boşanmalarına anlam veremiyordu. ‘Neyi bölüşemediklerine’ hayret ettiğinden. Öyle ya, savaş dönemi çocukları. Yokluğu görünce varlığın kıymetini bilmişler. Hem de ne kıymet bilmek! Salondaki oturma grubu benden yaşlı, kızlarından yaşlı çay bardağı, kahve fincanı. Kıyafetler ha keza. Hiçbir şey atılmaz. Hatta yemek artıkları da. Onların sahibi, kırk küsur yıldır çatıdaki kümeste beslediği tavukları. Köy kızı, altmış küsur yıl önce terk ettiği baba eviyle böyle bağ kuruyordu belli ki. Tavukları çok kıymetliydi; bir ara kuş gribi döneminde itlaflar yaşandığında, “Önce beni öldürürler, sonra onları” demişti. Bakan’ın oğlunun sıvı yumurta sattığı duyulduğunda da ‘soruna dair’ nihai kararını vermişti çoktan!
Çilekeşlik ve yoksulluk, gözlerdedir. Zamanla durum düzelse de o duygu geçmez kolay kolay. 1950’lerde köyden İstanbul’a geçmek kolay iş mi? Bir tencere, bir döşek, bir kilim. Önce beyini yolcu ediyor ve diyor ki, “Gideceksen dönme, yoksa eve almam.” O da dönmüyor. Hüseyin’e Şarkışla’daki bir hâkim demiş, “Buralarda kalma, ne uzarsın ne kısalırsın.” O da büyük şehri kafasına koymuş. Bir yıl sonra ailesini getirmiş. İki kız çocuğu kucakta, bir fakirhane bulunmuş. Su filan yok tabii, taşıma suyla dönüyor her şey. Sonra? Çoğu göçen ne yaşadıysa onlar da aynını yaşamış. Köyden her gelen, aynı eve. Ta ki evlenip ayrılana dek. İki çocuk, bir koca, bolca akraba. Çamaşırı, bulaşığı, yorganı döşeği. Taşıma suyla. Anladınız mı şimdi o merdaneli çamaşır makinesi neden bu kadar kıymetli. Bir gün “Öf” dedi mi? Hayır. Zaten o kültürde öf demek de ayıp! Çile, yorgunluk ve bir arada olmanın, dayanışmanın mutluluğu. Bir evden diğerine taşınmalar.
Ömür, Türkiye siyasal tarihi aynı zamanda. “İsmet Paşa’ya Topkapı’da saldırdıklarında biz Topkapı’daydık.” “27 Mayıs olduğunda Fatih’te gazoz imal ediyormuş rahmetli Hüseyin.” 12 Mart’ta Hırka-i Şerif’teki apartmandalar. Ah, en güzeli de orası işte. O apartmanda geçen güzel yıllar, şahane komşular. Ben de orada doğmuşum. Apartmanda erkek çocuk kıtlığı varmış ki büyük tezahürat olmuş komşularda. Ukalalıklarım hep o tezahürattan muhtemelen, çok şımartılmışım! Apartmanın en güzel komşusu, bizimkinin tam elli yıllık arkadaşı Emine Hanım (benim için ‘Emnanım’ teyze!) birkaç ay önce vefat etti. Söyleyemedik anneme, hissetti mi bilemeyiz ama dilimiz elvermedi. Çocukken kapıdan girdiğimde, eşikte patatesli börek kokusu varsa biliyordum ki Emnanım teyze ve kızı Rabiş bizdeler. Büyük mutluluk. Allah rahmet eylesin, nasıl melek gibi bir insandı o da.
Bugün hâlâ benzer sıkıntılar yaşayanlar var ama yine de günümüz gencine, şehirde su olmayan mahalleyi anlatması zor. Şimdiki ev. 12 Mart muhtırasından hemen sonra taşınmışlar. Çok küçüğüm. O zamanın kenar mahallesi, bakmayın şimdi şehrin ortasında kaldığına. Vedat Türkali romanında geçen, Taşlıtarla. Hemen bir kaç yüz metre sonrası Rami Kışlası. Yokuş aşağı, Eyüp. Bizim sokakta su yok! Alt sokakta var, üst sokakta var, bizimkinde yok. Çözüm, taşıma su! Bir de bahçenin arkasında tulumba var, temizlik ve sulama işlerinde ona başvuruluyor. Çok küçüktüm, eve musluk takıldığı günü hatırlıyorum. Büyük bir sevinçti evin içinde musluk görmek. Annemin bileziğini satmış babam, belediyedeki işleri öyle halletmiş de lütfetmişler su getirmeye. Su deyip geçmeyin, onu görmek bile bazen yıllarca çaba istiyor memlekette!
Allah’ı var, çok zeki kadındı. Karı koca okul yüzü görmemişler. Biri 1928, diğeri 1932’li. Dedik ya, Yakup Kadri’nin Anadolusu, ne okulu Allah aşkına. Hüseyin 1948’de askerde öğrenmiş okuma yazmayı, bu yüzden çok severdi askeriyeyi. Anamın öyle bir şansı da olmamış ama 12 Eylül sonrası açılan kurslara gitmişti bir süre. Yazma olmadı da, okumayı fena sökmedi. Hiç olmazsa ‘büyük yazıları’ güzel okuyordu. Fakat öyle akıllı ve şuurlu ki, 1960’larda kızının okuluna gidip öğretmenine, ‘Neden benim kızımı tahtaya kaldırmıyorsunuz, iyi yetiştirmiyor musunuz?’ diye çıkışma cesaretini bulmuş kendinde. Köy kızı, kızları okusun istiyordu. Vatana millete hayırlı olsunlar. Şükür ki hepsi okudu.
Okuma meselesine devam etmeden önce, ‘kadın’ deyince hatırladım bir şeyi. Ben anacığımın ‘aslında’ bir kadın olduğunu çok geç fark ettim! Ne tuhaf. Hiç öyle bakmamış, düşünmemiştim ki. Hani şu rahat ayakkabıların satıldığı mağazalardan birine götürmüştüm bir gün. Baktım, ben düz tabanlı olanları gösterdikçe o dönüp dolaşıp iki parmak topuğu olan ayakkabılarla ilgileniyor. Çok kısa boyluydu. Minicikti. Biraz uzun görünmek istiyormuş, öyle dedi. Ne enayice bir şaşkınlıktı benimki!
İkisinin okuma macerası, benim için Pazar sabahı güzelliğiydi. O zamanın Milliyet’i daha bir gazeteye benziyordu, şimdiki tüpçü aile camiaya girmezden önce. Babam, rahmetli Hasan Pulur’un Pazar yazılarına bayılırdı, çünkü genellikle fıkra anlatırdı Pulur. Sabahın köründe anneme okuduğunu ve çok eğlendiklerini hatırlıyorum. Yıllarca. Kuran’ı Arapçasından okumayı yetmiş yaşında öğrendi, beyinin ruhuna okumak için. Her gün okudu, beyi ve ana babası için.
Çok dindardı. Şimdi düşününce, eski Türkiye dindarlığıydı bu. Namazında niyazında, orucunda. Bir ömür dindar yaşam. O dindarlığın bize yansıyan yanı, ‘çocuğuna haram lokma yedirmemek’, ‘Allah’ın huzuruna kul hakkıyla gitmemek’, ‘dürüst namuslu vicdanlı insan olmak.’ Dedik ya, eski Türkiye’de böyle bir Müslüman tipi vardı. Şahidim. Nitekim son zamanlarını, “Bunlar nasıl Müslüman böyle” diyerek geçirdi. Anlamıyordu. Hiçbir şey anlamıyordu tanık olduklarından. Müslüman olarak yaşadı ve vefatından üç gün öncesine dek namazını kılan bir Müslüman olarak veda etti. İstediği, hayal etiği gibi.
Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış derler. Tam ortasında. Bakıma muhtaç olmak istemiyordu, olmadı. Eyüp Sultan’ı çok seviyordu, orada koyduk musalla taşına. Eyüp Sultan nefis bir camidir. Cenazelerin kalktığı yer, evin salonu gibi. Arkasında Cami’nin güzelim geniş duvarı, üç tarafında eski kabirler. Huzur içinde. Helallik istendi. Zaten ne vardı ki; helal edildi. Ardından yemyeşil bir mezarlıkta, ‘beyi’ Hüseyin ile aynı kabirde. Yanında büyükbabam ve babaannem. Yakınında erkek kardeşi, sağında çok sevdiği ‘eltisi’ Solmaz ve iki oğlu. Mezarlığa bak, misafir odası gibi! Herkes için bir şey yaparak geçirdiği, bir gün dahi kendisiyle meşgul olmadığı, tarif edilemez fedakârlıkta bir hayat, yaşandığı gibi, hiç kimseye yük olmadan sona erdi. Ne büyük mutluluk. Hastane odasında çocukları, sevdikleri, biricik torunu. Tüy hafifliğinde bir ömür, aynı hafiflikte…
Bir insanın böylesine uzun, böylesine çilekeş ve böylesine güzel, mutlu bir ömürden, bu kadar hafif (Anadolu tabiriyle ‘yüngül’) gitmesi kadar güzel bir şey… Hele ki Türkiye gibi memlekette. Allah herkese böylesini nasip etsin, diyecek başka bir şey yok.
Kadının yaşamı zor. Her birinin. Kırsal dünyada daha da zor. Ya da belki daha zor değil de, çilenin şekli şemaili farklı. Neler yaşıyor insanlar, ne felaketler. Bir ananın cenazesi kaldırımda bekledi bir hafta. Beriki eziyet görüyor. Birilerinin evine çocuklarının cenazesi geldi ve geliyor. Biri de yıllardır evladının kemiğini istiyor, başka bir şey değil, kemiklerini. Kimine, ‘sıralı’ vermiyor. Sıralı olmalı. Ne doğru ve bilgece sözler bunlar. Ölüm hak. Doğru. Allah’ın emri. Doğru. Bir de ‘ayrılık’ var ama. Anadan ayrılık. Bunu ne yapacağız? Tarih boyu insanoğlu ne yaptıysa onu. Özleyerek alışacağız elbet. Hafifliğin kıymetini bilerek. Herkese böyle vedalaşmayı dileyerek. Yitirdiklerimizi benliğimizde, anılarımızda yaşatarak.
İçimi dökmek istedim. Her birimizin bildiği bir yol var, benimki de bu. Okuyanlar, sevdiğini, özlediğini, artık hüzünlü ya da mutlu bir haberi paylaşamayacağını koyuversin bu satırların arasına. Allah herkese böyle vedalaşmalar nasip etsin. Böyle yaşamlar. Mutluluklar.
Bir şey daha istedim sanırım, daha bencilce. Benzer yaşamlar süren, adlarını bilmediğimiz sonsuz sayıda kadın, anne gibi, seksen küsur yıllık çok yorucu ve çok güzel bir yaşamın sonunda, nüfus cüzdanı dışında bir yerde adı geçsin, mekânı cennet,
Suna’nın…