ÖZLEM KAYGUSUZ*
AB ile müzakerelerin başladığı 2005’den bu yana, daha görünür bir şekilde yaşadığımız ‘Batı ile bahar gerilimi’ bir kez daha gündemdeki yerini aldı. Üstelik bu sefer mütevazi Papa Francesco’nun fazladan eklediği sos, gerilimi tadından yenmez bir hale getirdi. ‘24 Nisan’da ne olacak, AP’nin Türkiye raporunda bu mesele nasıl ele alınacak, ABD Başkanı hangi ifadeyi kullanacak, Batılı liderler nasıl bu ateşten topu birbirlerine atıp tutacaklar?’
‘Türkiye Clooney’nin avukat eşiyle muhatap olamaz’
Bu sorularla bir kez daha, Batı dünyası ve somut olarak da AB ile aramızdaki, ‘çözülmesi olanaksız’ sorunların, özellikle AB’nin Türkiye’ye bakışını belirleyen dışlama, kabul etmeme tutumunun altı çizilebilir hale geldi, ne mutlu! AB Bakanı Bozkır’dan bu vesileyle de duyduk ki, Türkiye büyük bir devlettir, diaspora değildir; Hollywood aktrisleri ile George Clooney’nin avukat eşiyle muhatap olamaz.
24 Nisan 2015, 1915 olaylarının 100’üncü yılı olduğu için tabii özel bir yıldönümü. Nitekim Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası kamuoyunu etkilemeye dönük özel çalışmaları da var: Çanakkale Savaşı’nı 24 Nisan’da İstanbul’da düzenlenecek bir zirveyle anmak ve Kolombiya, Kosta Rika, Ekvador gibi Latin Amerika ülkelerinde, 1915 olaylarını anlatan tarih sempozyumları düzenlemek gibi. Neden ABD ya da AB’de değil de, Latin Amerika’da sorusunun yanıtı da belirsiz, muhtemelen anlamsız.
Gerilim adeta hevesle bekleniyor
Vurgulamak istediğim husus şu: Bu gerilim aslında her yıl, Türkiye ve Avrupa’daki sağ muhafazakâr seçkinlerce adeta hevesle beklenmektedir. Çünkü taraflar arasında, Türkiye’nin asla bir AB üyesi olamayacağı konusundaki üstü örtük uzlaşmayı güçlendirmekte; bu düşünceyi her iki tarafın kamuoyları nezdinde meşrulaştırmaktadır.
Böylece, özellikle 2008’den itibaren ilişkilerde yaşanan tıkanıklığın gerçek sebeplerini tartışmak mümkün olmamakta; bu tıkanıklıkta her iki tarafın gösterdiği bilinçli çabanın üstü örtülebilmekte, Türkiye ve Avrupa’daki siyasal seçkinler de ciddi bir tarihsel sorumluluktan kurtulmaktadırlar.
Türkiye açısından bu (tür) gerilim(ler) sayesinde, iktidarda ya da muhalefette olsun, tarihsel ve bugüne ait bir arada yaşama meselelerimizde, liberal demokrasinin –kör topal da olsa- sunduğu çözümlere karşı çıkan siyasal perspektif de giderek güçlenmektedir. Diğer yandan AKP açısından, seçim öncesinde kolayca siyasal kazanca dönüştürülebilecek bir atmosfer, bu sayede oluşmuştur.
Örtülü uzlaşma nasıl ortaya çıktı?
Hobsbawm’ın 1997’de AB’nin geleceği üzerine kaleme aldığı yazısında belirttiği gibi, Türkiye-AB ilişkileri siyasaldır ve AB’nin alacağı son karar da siyasal olacaktır. Çünkü AB seçkinleri, ilişkilerin en başından beri, taraflar arasındaki esas sorunların üzerine gitmemeyi ve bunları siyaseten kullanmayı tercih etmişlerdir.
Aynı tutumu sürecin başından beri AKP hükümetleri de benimsemiştir. Bugünkü durumun da ortaya koyduğu gibi, taraflar bu siyaseti daha uzun süre sürdüreceğe benzemektedirler. Türkiye ve AB’nin mevcut seçkinlerince benimsenen örtülü uzlaşma nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır?
Müzakerelerin ilk dönemlerinden örneklerle başlayalım. Bu uzlaşmanın oluşumunu müzakerelerin başladığı 2005’e dek geri götürebiliriz. Türkiye ve AB arasında, Ekim 2005’de başlayan müzakereler, başka hiçbir örnekte görülmemiş bir hızla Aralık 2006’da askıya alınmıştı. Bu bir yıllık süre zarfında, müzakerelerin askıya alınmasının ana nedeni olarak Kıbrıs meselesi öne çıkıyordu. Oysa Türkiye’nin liman ve havaalanlarını, Güney Kıbrıs’ın uçak ve gemilerine açmasını öngören Ek Protokolü kabul etmeyeceği, daha Güney Kıbrıs üye olmadan bile belliydi.
301’nci maddenin kaldırılmaması müzakerelere engel olmadı
Bu nedenle dönemin AKP hükümeti, 2006 boyunca demokratikleşme adımlarını yavaş ve sınırlı bir şekilde attı. Hatırlayacak olursak, o yıl kabul edilen dokuzuncu demokratikleşme paketinde, TCK’nın ünlü 301’nci maddesinde hiçbir değişikliğe gidilmedi. Bu değişikliğin yapılmayışını, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ‘Gerek görmedik’ diye açıklıyordu. İlerleme raporunda bu durum eleştirildi; ancak ciddi bir sorun olmasına rağmen müzakerelerin ilerlemesine engel olmadı. 2006’da düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili davalarda, adeta bir patlama yaşanması dahi etkili olmadı.
Bu maddenin korunması sayesinde açılabilen ‘Türklüğe hakaret’ davaları, Hrant Dink’in katledilmesine giden yolun taşlarını döşedi. Eğer AB, evrensel insan hak ve özgürlüklerine dayalı bir uygarlık projesi ise, 301’nci maddede değişiklik yapılmamasının ciddi bir krize dönüşmesi gerekirdi. Çünkü bu mesele, müzakereleri tıkayabilecek nitelikte, temel bir insan hak ve özgürlükleri meselesiydi. Ama Kıbrıs gibi bir bahane varken, bu nedenle fazla gerilmeye gerek yoktu.
Gezi’deki aşırı polis şiddeti eleştirmekle yetinildi
Bu örnek, Türkiye söz konusu olduğunda, AB’nin, ülkenin demokratikleşmesinde gerçek bir ilerleme kaydetmesini sağlayacak bir sorumluluk almayacağının en önemli göstergesidir. AB bu tür bir sorumluluğu Orta ve Doğu Avrupa’lı aday ülkelerde almıştır; ‘conditionality’ yani tam üyelik için gereken koşullar, bütünsel olarak en etkili şekilde işletilmiş, bu ülkeler demokratikleşme adımlarını atmaya adeta zorlanmıştır.
Benzer bir durumu yakın dönemde Gezi olaylarında da yaşadık. Gezi olaylarında polisin hukuka aykırı bir şekilde kullandığı aşırı şiddet, AB raporunda eleştirilmekle yetinildi. Canlandırılmaya çalışılan ilişkilere ve özellikle ekonomik dengelere zarar vermesi istenmedi. Halbuki tamir edilmeye çalışılan müzakere süreci değil, siyasal işbirliğiydi; çünkü Suriye iç savaşı ve Ortadoğu’daki belirsizlik, AKP’yle yakın diyalog gerektiriyordu.
AKP, AB üyeliğini ciddi bir hedef olarak koymuş olsaydı…
Aynı dönemde, AKP’nin de, AB/Batı ile ilişkilerindeki ciddi sorunları çözmemeyi tercih ettiğini gösteren olay, bugün AKP milletvekili adayı olan Leyla Şahin’in AHİM’de açtığı türban davasında alınan aleyhte karara verdiği tepkidir. Bu karar AB’nin laiklik anlayışının, çok kültürlülük projesi açısından içerdiği çelişkileri net bir şekilde ortaya koymaktaydı. Dolayısıyla, nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu aday bir ülkenin, türban yasağına karşı yıllarca mücadele vermiş siyasetçilerinin, AB ile masaya yatırması gereken en temel mesele herhalde buydu ve hala da öyledir. Ancak, akıllarda Başbakan Erdoğan’ın böyle bir kararı AİHM’in değil İslam ulemasının alması gerektiği çıkışıyla yer eden, yüzeysel ve medyatik bir tartışma olarak kalmıştır.
Eğer AKP, AB üyeliğini ciddi bir hedef olarak koymuş olsaydı, bu meseleyi, AB’nin çok kültürlülükle ilgili çelişkilerini gösteren bir sorun olarak, sürekli gündemde tutmalıydı. Çünkü bu mesele, AB kimliğinin ötekileştirilmiş bir İslam’a karşı değil, temel hak ve özgürlüklere dayalı olarak kurulduğu iddiasının, boş bir iddia olduğunu gösteriyordu. Ancak AKP’nin böyle bir tercihi olmadı. Bu mesele de iç siyasette kullanıldı. AKP bu karara dayanarak, içerde türban meselesini çözümsüz bırakıp, seçim öncesinde gereksiz bir gerilimi bertaraf etmiş oldu.
Mesele ne Papa’yı, ne Batı dünyasını, ne de AKP hükümetini ilgilendiriyor
AKP-Batı ilişkilerinin en genel çerçevesini çizen ve müzakerelerin en başından beri AB-AKP ilişkilerinde somutlaşan bu örüntü, bugün Ermeni meselesi ve soykırım tartışmaları sayesinde de aynı şekilde devam etmektedir. Altını çizmek gerekirse, her iki taraf da, siyaseten kullandıkları ve çözmeye niyetli olmadıkları bu sorunu, gündeme geldiği her bahar mevsiminde, azami bir siyasal kazanç elde edecek şekilde kullanmayı tercih etmektedirler.
AKP açısından, Papa’nın kullandığı soykırım ifadesi, Avrupa parlamentosunun aldığı kararla birlikte, kuşkusuz bir dış politika meselesinin, içerde siyasal desteği arttırmak için kullanılmasından başka bir işe yaramayacaktır. Arşivlerin açık ya da kapalı olması, tarihte neler olduğu, bugünün siyaseti için bu meselenin ne anlam ifade ettiği gibi meseleler, ne Papa’yı, ne Batı dünyasını, ne de AKP hükümetini gerçekten ilgilendirmektedir.
*Yrd.Doç.Dr.
Ankara Üniversitesi, SBF,
Uluslararası İlişkiler Bölümü