SEMİH BATUR KAYA*
İktidar tekel bir irade etrafında toplanmayı ve böylece tortulaşmayı sağlayan bir karaktere sahiptir. İktidarın saf teorisi gücün tekelleşmesi ve tekilleşmesini arzular. İktidar olgusu bu yönüyle insan hak ve özgürlükleri üzerinde ciddi tehlikeler beraberinde getirir. Üstelik bu iktidarın yasama veya yürütme ve hatta yargı iktidarı etrafında toplanması veya bunların değişik görünüm biçimleriyle ortaya çıkması sonucu değiştirmiyor. Her iktidar kendi yaşam rejimini kurgular. Hukuk ise esasında bir iktidar dağılımını öngörür. Bu süreç iktidarın belirlenmesi, tanımlanması ve nihai olarak sınırlandırmasını içerir. Bu bağlamda denge ve denetim hukukun özünü teşkil eder. Buradaki temel itki insan hak ve özgürlükleri, yani insan onurudur.
Diktatörlükle sonuçlanabilir
Boetie ve Rousseau’nun deyimlerinin aksine insan zincirleriyle birlikte doğar, özgür olmak için ise her yerde bu zincirleri tek tek kırması gerekir. Bunun karşısında duran yegane faktör ise iktidar olgusudur. İktidar, özellikle de siyasi iktidar birey ve toplumun hak ve özgürlükleri üzerinde ve demokratik yönetim sistemi üzerinde en büyük tehdidi teşkil eder. Güç ve zor kullanma tekelliği ve tekilliği siyasi iktidarı birey-toplum ve iktidar geriliminde potansiyel bir tehlike haline getirir. İktidar modern devletle form bulmuş, cisimleşmiştir. Modern devletin dirimsel kaynağı olarak siyasi iktidar ise yönetimin ve dolayısıyla rejimin karakterini belirleyen en önemli değişken konumundadır. Ancak siyasi iktidar deyim yerindeyse ele avuca sığmaz bir yapı sergiler. Dolayısıyla iktidar statik bir yapı sergilemez, iktidar dinamik bir yapıdadır. Bu yönüyle iktidar bulunduğu yerde hacim genişletmeye eğilim gösterir. Bu yönüyle denge ve denetimin sağlanmadığı, hukukla sınırlandırılamayan ve hukuk içerisinde varlık bulmayan bir iktidar potansiyel bir diktatörlükle sonuçlanabilir. Çünkü bu potansiyel, iktidarın doğasında vardır.
Melez rejimlerin yükselişi
Ancak günümüzde siyasal rejimlerin önemli bir çıkış noktası ‘melez rejim’lerdir. Bu olgu küresel anlamda bir gerçeklik haline geliyor. Gerçekten de Latin Amerika ülkelerinin yanında Rusya, Venezuela, Polonya gibi ülkelerde bu tür bir gerçeklikle karşılaşmaktayız. Bu olgu doktrinde çeşitli şekillerde ifade edilmektedir: ‘Melez rejimler’, ‘sözde demokrasiler’, ‘modern otoriterizm’, ‘yarışmacı otoriterizm’ vb. Üstelik bu gerçeklik diktatörlükle demokratik hukuk devleti arasında çizdiği kaygan zeminle hak ve özgürlükler üzerinde daha çok ciddi boyutta tehlikeler arz ediyor. Burada ‘büyülü parşömen’ olarak nitelendirilen anayasalar da yeterli güvence sağlayamıyor. Peki, burada çıkış yolu olarak ne gösterilebilir? İşte tam bu noktada demokratik hukuk devletini incelemek gerekir.
Çıkış yolu: Operasyonel anayasacılık
Gelinen noktada belirtmek gerekir ki demokratik hukuk devletinin hiçbir coğrafyada garantisi yok. Çünkü yukarıda da değinildiği gibi küresel anlamda otoriterliğin yükselişine tanıklık ediyoruz. Demokratik hukuk devleti ile faşizm arasında melez motiflerle yüklü siyasal ve sosyal rejimler yükselişte. Melez rejimler renkleri tam belli olmadığı için demokratik hukuk devleti üzerinde çok daha ciddi tehditler barındırdığı kanaatindeyiz. Maalesef bundan gelişmekte olan ülkeler özellikle nasibini alıyor. Peki bu şekildeki otoriterliğin yükselişinden küresel anlamda nasıl kurtulabiliriz? Bunun için yegane formül modern hukukun araçlarının demokratik hukuk devleti anlayışıyla yeniden donatılmasıdır.
Demokratik hukuk devleti iktidar ve değişik görünüm biçimlerinin sınırlandırılması ve bu sınırlı ortamda hakların korunması ve güvenceye bağlanmasıdır. Demokratik hukuk devletinin özü bu bağlamda denge ve denetimdir. Bu doğrultuda operasyonel anayasacılığa bağlı değerler dizisi olarak kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti ve çoğulcu demokrasiden söz edilebilir. Operasyonel anayasacılık bu anlamda modern görünüm biçimiyle demokratik hukuk devleti olarak somutlaşır. Demokratik hukuk devleti gerçekten hukukun üstünlüğünü, hukuk devletini istemekte ise ‘hakları ciddiye’, bize göre ise daha çok ciddiye almalıdır.
Son olarak belirtmek gerekir ki operasyonel anayasacılık ve bunun somut formülasyonu niteliğindeki demokratik hukuk devleti bağlamında her bireye düşünsel ve eylemsel düzeyde eşit şans ortamı sağlanmalı ve hangi statüde olursa olsun her bireyin istek ve arzusunun diğerininki kadar önemli ve değerli olduğu kabul edilmeli. Dolayısıyla siyasi ve hukuki yapılanma toplumun bütün üyeleri bağlamında aynı kaygı ve ilgi içerisinde olmalı. Herkes özgür karar verme, tercihlerini serbestçe ortaya koyma potansiyeli içerisinde olmalı. Bu anlamda eşit etkileşim eşit yankılaşıma sebep olur. Böylece karşılıklı saygı bilinci gelişir. Bu bilincin yansıması ise Ronald Dworkin takip edilerek şu şekilde ortaya konulabilir:
- Tek tek her bireyi koruyan, onun bütün hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir içerik
- Eşit statü
- Kötü söylemleri dahil olmak üzere herkese ifade özgürlüğü
- Fırsat eşitliği. Örneğin bireyin barınma, sağlık vb. gibi temel ihtiyaçlarının devlet güvencesi altında olması
- Tam bir düşünce, inanç ve bunların bütün biçimleriyle ifade özgürlüğü ortamı.
*Anayasa hukukçusu