MURAT SEVİNÇ
Soma’da, Tuzla’da, inşaatlarda, atölyelerde, yanan işçi çadırlarında, infilak eden imalathanelerde can veren işçilerin akıbeti ne olduysa, Ermenek’te ölenlerin akıbeti de o olacak.
Lafı uzatmaya gerek yok. Daha önce defalarca yazdığımı yineleyeyim: Türkiye’de işçi ölümlerinin gündemi meşgul edişi, sayıyla orantılıdır. 300 civarında öldüklerinde bir haftada, daha az sayıda öldüklerinde üç beş gün içinde gündemden düşer. Her gün canını veren bir iki işçi ise genellikle ‘haber’ olmaz.
Bu satırlar dahil yazılıp çizilenler, boştur. Vefat edenlerin yakınlarının dışında hiç kimsenin yaşamında bir değişiklik olmaz. Çay kahve içerken, kısa ve ‘ah vah’lı sohbet konusu… Hepsi bu.
Gerçi insanlar henüz madende. Çıkarılamadı. Mahsur kalmış durumdalar. Bu satırlar yazılırken bir mucize bekleniyordu. Adı üzerinde, ‘mucize.’
Bir işçi gencin gariban anacığı, ‘Yüzme bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?’ diye soruyor çevresine. Maden başında bekleyen kadın ve erkek yoksulların, çömelmiş, başları elleri arasında, acı ve hüzün dolu bakışları yayınlanıyor basında.
Tüm klişeler, en rezil halleriyle, mevcut
Siyasetçiler ‘olay yerinde.’ ‘Hesap sorulacak’la başlayan açıklamalar vs. Ezcümle, akla gelebilecek ve deneyimle sabit tüm klişeler, en rezil halleriyle, mevcut. Hâliyle, Ermenek’te yaşananların özgün bir yanı yok.
Gerek Türkiye, gerekse diğer az gelişmiş ülke azgın kapitalizmleri açısından olup bitenler, olağan. Bir yanda dizginlenmek istemeyen ve ‘yalnızca’ daha çok kazanmayı hedefleyen az gelişmiş ülke çakalları -ki Türkiye’de sermayedar/patron olarak adlandırılıyorlar- diğer yanda o çakalların emrine amade edilmiş, ölmekle tükenmeyecek insan canları. İkisi arasındaki ilişkiyi kurmak ve zayıfı güçlü karşısında korumakla mükellef devlet ise iliklerine kadar patron düşkünü. O rahat etsin diye yapmayacağı yok.
Aşağılık ilişkiler ağı çözülmediği sürece
Bu son derece ‘basit’ ilişkiler ağında, sabah akşam sosyal devlet sohbetleri yapmak, hak ve hürriyetleri anlatmak, anayasal ve yasal zaaflardan/sorunlardan söz etmek, ölüme sebebiyet verenlerde yalnızca bir gülümsemeye neden oluyor. Doğaldır. Umurlarında değil.
En zorda kaldıkları anda, çaresiz insanlara ‘kan parası’ ödüyorlar. Lafı mı olur, devede kulak. Yakınların başka şansı da yok doğrusu. Açıkçası, ‘Alan çaresiz, veren arsız.’
Tanık olduğumuz aşağılık ilişkiler ağı çözülmediği sürece, memlekette, her Allah’ın günü, işçiler, ölecektir. Hiçbir patron ve siyasetçinin başına, hiçbir şey gelmeyecektir.
Milyonlarca insana aptal muamelesi
Nitekim her cinayette aynı saçma ve can yakıcı klişelere tanık oluşumuzun nedeni, bu olağanüstü özgüven. Öyle bir özgüven ki at hırsızı kılıklı ciğeri beş para etmez iş herifleriyle siyasetçiler ve basındaki maşaları, el ele verip milyonlarca insana aptal muamelesi yapabiliyor. Bir değil, iki değil, her gün.
Son olayda, Devlet Başkanı ile Bakanlar Kurulu’nun başı, Ermenek’teki madencilerin ailelerine, ‘Keşke daha önce bir mektup yazsanız… bildirseydiniz, gereğini yapardık’ mealinde bir şeyler buyurmuşlar.
Şimdi anladınız mı?
Şimdi anladınız mı yönetim sistemimizdeki eksikliği? Anladınız mı, işçilerin sendikalaşmada, örgütlenmede, grev haklarını kullanmada, toplu sözleşme aşamalarında yaşadıkları sorunların kaynağını? Anladınız mı, Tuzla tersanelerinde üç kuruşluk güvenlik sistemleri kurulmadığı için can verenlerin, canlarını verme gerekçesini? Anladınız mı, bir AVM inşaatının çadırında ya da bir boya fabrikasındaki yangın nedeniyle ‘yanarak’ ölen onlarca insanın ‘ölüm’ gerekçesini? Anladınız mı, Soma’dakilerin nasıl olup madenden sağ çıkamadığını? Anladınız mı, kadın işçilerin karayolunda sele kapılmış bir minibüste göz göre göre boğulmalarının sırrını? Anladınız mı, malum asansörün o yükseklikten neden yere çakıldığını? Anladınız mı, köprü inşaatında çalışanların neden düştüğünü? Anladınız mı, ekmek parası için can verenlerin o güzel canlarını neden böylesine kolay verdiklerini? Anladınız mı, özellikle madencilik ve inşaat sektöründe kâr oranlarının böylesine yüksek oluşunun gerekçesini? Anladınız mı, Soma sonrası ve salt ‘Soma için’ çıkarılan Torba Yasa’da çalışma saati hilelerinin nasıl/neden yapılabildiğini? Anladınız mı, iş cinayetlerine ilişkin yargısal süreçlerde hemen hiçbir zaman elle tutulur bir sonuç alınamamasının nedenini? Anladınız mı, 1982 Anayasası’nın bazı hükümlerine neden hiç dokunulmadığını? Anladınız mı, anayasa tartışmalarında sosyal hakların Türklüğün-Kürtlüğün binde biri kadar dahi gündeme gelmeyişinin gerekçesini? Anladınız mı, yandaş sendikacılığın işlevini? Anladınız mı, çoğu bilirkişinin hazırladığı o saçma sapan raporların işlevini?
Ben anladım. Hayasız sömürünün gerekçesi, ölenlerin ve sakat kalanların basit bir ‘şikayet dilekçesi’ni yazmamış olmaları. Çağlar boyu sömürülenler, doğru mercilere mektup yazamadıkları, yönetenlere bir haber ulaştırmayı akıl edemedikleri için, sömürüldüler.
Marx görseydi…
Marx bu gerçeği görmüş olsa, dünyanın tüm emekçilerini ‘birleşmeye’ değil, ‘toplu dilekçe vermeye’ davet ederdi elbet. Alçak sistemimizin mağdurları, şikayetlerini mektup ya da başka yollarla ‘devlet büyükleri’ne iletebilselerdi, şu kadarını düşünebilselerdi, ölmeyeceklerdi.
Oğlunu bekleyen o canım yaşlı kadın, muhtemeldir ki tonlarca suyun içindeki evladının ‘yüzme bilmeyişi’yle dertlenmeyecekti.
Söz bitmez. Mücadele bitmez. İnsanına bir derin nefesi, el kadar toprağı ve ağacı dahi çok gören devlete, yazacak, söyleyecek bitmez.
Ama yazı bitsin burada. Dertleşme, iç dökme dışında hiçbir işe yaramayan, yaramayacak olan bu kıymetsiz yazı. İnsana tüm ilkelerini sorgulatan, aklını fikrini zorlayan pespayelik, göz yumanlar, teşne olanlar ve dalkavuklar hakkında sarf edilmesi gereken her sözcük, dava ve dahası tazminat konusu olacak. Bu yüzden, yazı bitsin.