HÜRREM SÖNMEZ
Bir kasabada yaz günü, bir kadın kendisine cinsel saldırıda bulunduğu suçlamasıyla, evli olduğu erkeğin ağabeyini şikayet etti. Türkçe bilmeyen kadının jandarmadaki ifadesinde Kürtçe bilen tercüman yoktu, karakoldaki dilini bilmeyen bir grup erkeğe başına geleni anlatamadı, tecavüze uğradığını, darp edildiğini, şiddet gördüğünü, belki dilini bilseler de anlamayacaklardı onun yaşadığı şiddeti zira dil değildir tek engel biliriz ama bir tercüman bulma gereği dahi duymadılar, çünkü onun bedeninin, haysiyetinin pek bir kıymeti yoktu kamu makamları nezdinde. Hayatının da bir önemi yokmuş ki tecavüzle suçlanan kayın birader ifadesinin ardından serbest bırakıldı ve kayın biraderinin serbest bırakıldığı gün o kocası tarafından öldürüldü, biri tecavüz etti, diğeri öldürdü kısa hayatı böyle sona erdi…
Kaç yaşındaydı bilmiyoruz. Bir fotoğrafını gördük sadece iğne oyalı beyaz yazma var başında, elini çenesine dayamış, gülümsemekle gülümsememek arası bir ifade var yüzünde, fazla gülen kadına iyi gözle bakılmaz topraklarımızda, tereddütü ondandır belki. Çocuklarına ne oldu bilmiyoruz. Babaları hapse girdi, anaları toprağa, bildiğimiz budur… “Çocuklar tecavüzle suçlanan amcanın gözetimindedir belki, o kadar da değil” mi dediniz? Ah o kadar da değil dediğimiz ne çok şey gerçek oldu bu ülkede… Belki de tam o kadar aslında!
Ya da bir oğullarına ‘iftira atılan’, diğer oğullarının ‘başı yanan’ babaanne ve dedeye. “Ananız o..puydu” diye diye büyütülmeleri ihtimal dahilindedir, olmamış şeyler değil memleketimizde; “Babanız katildi” demekten daha kolaydır “O sizin o..pu ananız yüzünden babanızın eli kana bulandı” demek. Erkeklerin hafifletici sebepleri daha baştan hadisenin tarifinde kurulan dille başlar ‘katil’ değildir, ‘eli kana bulanmıştır’, hani sanki kendiliğinden oluvermiş gibi.
Katledilmesine ilişkin soruşturmanın akıbetini bilmiyoruz, katil koca tutuklu da azmettiren var mıydı yok muydu, katil koca ne dedi ifadesinde “Namusumu temizledim” mi dedi, “Önce ayarttı ağabeyimi sonra da iftira attı” mı dedi. Darp ettiği ve tecavüz ettiği iddia edilen erkeğe ne olduğunu bilmiyoruz, mağdur da öldü zaten fazla kurcalamaya gerek yok. O öldükten sonra kasabada ne oldu bilmiyoruz, zira kadınları korumakla yükümlü olan Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler il müdürlüğünün başvurusu üzerine konuyla ilgili haberlere erişim yasağı getirildi, üstelik tecavüzle suçlanan kayın biraderi adli kontrol kararıyla serbest bırakan aynı mahkeme tarafından verilmiş olmalı o erişim yasağı kararı.
Çocuklarının psikolojisini korumak içinmiş, onu koruyamayan müdürlüğün itibarı sarsılmasın, tecavüzcüsünü serbest bırakan hakimin yazılan haberlerle asabı bozulmasın diye değil yani. Bilindiği üzere ülkemizde çocukların psikolojisini korumak mühimdir ama aynı kişiler çocukların tecavüzcüleriyle evlendirilmesinin önünü açan yasayı savunmakta sakınca görmezler veya şüpheli şekilde ölen çocukların ölümünün üstünü intihar etti diye kapatabilirler, çocukların psikolojisi önemlidir ama her zaman değil.
Koruması gereken kadınları koruyamayan kamu makamları, yayın yasağı talep etmek, bir de başsağlığı dilemek konusunda çok başarılıdır. Lakin biz onun ardından başsağlığı mesajı yayınlandı mı bilmiyoruz, ismini de zikredemiyoruz çünkü yayın yasağı var. Demek ki memleketin bir kasabasında kayın biraderinin tecavüzüne uğrayıp sonra da öldürülen bir kadın olduğunu bilmemesi gerekiyor kamuoyunun, haber alma hakkımız ve özgürlüğümüz, tecavüz şüphelisini serbest bırakan yargıçların imzaladığı yayın yasağına kadar! Muradım eğer o kararı veren yargıcın bir kızı varsa o sormuş olsun ona akşam yemek masasında, “Bugün tecavüze uğradığını söyleyen bir kadını öldürmüş kocası, sen mi baktın o dosyaya?” Hani devlet düzeni çökmüş, adalet, yargı her şey yalan olmuş, hiçbir şeyin hesabı tutulmaz olmuşken, birinin de yüzüne bakıp soru soranı olsun en azından.
Onun toprağa verildiği sıralarda, ülkede erkekler, erkek erkeğe toplanmış, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi tartışıyorlardı. Aileleri dağıtıyor, yuvaları yıkıyor diye atıp tutuyorlardı hiçbir şey bilmedikleri halde. Oysa aileleri dağıtan şey sözleşme değil, üstü kapatılmak istenen erkek şiddeti, kadınların o şiddet karşısında içine hapsedilmek istendikleri çaresizlik ve yalnızlıktır. ‘Milli değerlerimiz, manevi bütünlüğümüz, örf ve adetlerimiz’ diye diye dayatılan bu ikiyüzlü ahlaktır.
Kadınlar ölenin ardından“….. yalnız değildir, ses ol” diye yazdılar, öldüğü ana kadar yapayalnız olduğunu bile bile… Ona tecavüz eden erkekten şikayetçi olmaya gittiğinde, o jandarma karakolunda bırakın korkusunu, duygusunu, ne söylediğini dahi anlamayan o erkekler karşısında yalnızdı. Eve dönerken ne düşündü, başına gelecekleri bildi mi acaba? Kocasına karşı, kocasının tüm ailesine karşı, mahalleye karşı, bütün bir kasabaya karşı yalnızdı. Oysa o ‘aileleri dağıttığı’ iddia edilen İstanbul Sözleşmesi ne diyordu devlete: “Taraflar sorumlu kolluk kuvveti birimlerinin bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eylemine karşı, mağdurlara yeterli korumayı derhal sağlayarak süratle ve gereken biçimde mukabelede bulunmalarını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”
Yeterli korumayı ‘derhal’, ‘süratle’ sağlaması gereken kolluk kuvvetleri, ne anlattığını anlamadı, yargı şüpheliyi serbest bıraktı, hiç kimse şikayetçi olduğu duyulduktan sonra onun başına ne gelebileceğini düşünmedi. Sığınacak bir yeri yoktu muhtemelen, kimse de onu korumaya gerek duymadı zira ‘yuva yıkan’ İstanbul Sözleşmesi gereği kadın sığınma evleri açması gereken devlet, onun yerine evlenecek kızlarımıza çeyiz yardımı yapmayı uygun gördü ‘o kutsal aileler’ ilelebet sürsün diye. Bakanlık da sözleşme ile ona yüklenen onca görevden öldürülen kadınların davalarına müdahil olmayı beğenip seçmiş kendisine. Her kadın cinayetinin ardından öyle diyorlar “Davanın takipçisi olacağız, en ağır cezanın verilmesini sağlayacağız” kendileri müdahil olmadığı takdirde mahkemelerin yeterli cezayı vermeyeceği, failleri hoş görüp affedeceği yönünde derin endişeleri olsa gerek, yersiz değil tabi…
Daha çocuktuk ‘Kadının Adı Yok’ kitabı çıktığında, anlayamamıştık o zaman kadının niye adı yoktu ki… Otuz seneden fazla zaman geçti, bir kasabada, bir yaz günü bir kadın öldürüldü, adı yok. O beyaz yazmasıyla bize baktığı o fotoğraf olmasa bilmeyeceğiz, kasabanın birinde iki kardeşten birinin tecavüz ettiği, diğerinin öldürdüğü bir kadın olduğunu. Öldürülene kadar varlığından haberdar olamadık, öldürüldü ismini anamadık, bizi affetsin.
*14 yıl önce bugün hayatını kaybeden gazeteci ve yazar Duygu Asena’ya şükran ve saygıyla.