Koza İpek Holding’e ait Bugün gazetesinde ‘kayyum dönemi’nin başlamasından dolayı yazıları yayınlanmayan yazarlardan Nazlı Ilıcak, Bugün’den ayrılmaya zorlanan bir ekip öncülüğünde hazırlanan Özgür Bugün gazetesine yazdığı yazıda, “İnadına HDP” dedi.
Ilıcak’ın yazısını aynen yayınlıyoruz…
İnadına HDP
HDP’nin seçim için hazırladığı reklam filmi çok hoşuma gidiyor. Oradaki sihirli cümleler “İnadına özgürlük”, “İnadına kardeşlik”, “İnadına barış.”
Bu çağrı, baskı karşısında yılmayan insanlara yönelik. Meselâ ben, hep inadına, dayatılmak istenen durumun tersine vaziyet aldım. 12 Eylül sürecinde, mağdur edilen Demirel’i ve Ecevit’i savundum. Siyasi partilerin kapatılmasına karşı çıktım. 1982 Anayasası’na ret oyu verdim. Erdal İnönü’nün SODEP’i ve Demirel’in Doğru Yol’unun 1983 seçimlerine girmesinin engellenmesini bir demokrasi ayıbı olarak gördüm ve söyledim. Süleyman Demirel, siyasi yasaklara uymadığı için Zincirbozan’dayken, onunla ilişki kurdum; mektuplaştım. “Konuşan Türkiye”ye kavuşmak amacıyla, “Yasaklı Demirel” ile birlikte mücadele verdim. Yazılarım, askerin koyduğu yasaklara uymadığı için üç kere Tercüman gazetesi kapatıldı. Ben de, üç ay Sağmalcılar Cezaevi’nde yattım.
Herkesin Özalcı olduğu ve Süleyman Demirel’i terk ettiği bir dönemde, “İnadına Demirel” dedim. 1987’de, Özal siyasi yasakların kaldırılmasına karşı çıktı. Anavatan Partisi, “Hayır” propagandası yaptı. “İnadına evet”i savundum. Bu yüzden, Özal’ın hışmına uğradım.
28 Şubat sürecinde, “İnadına Refah”, “İnadına Fazilet”in peşinden koştum. Askerler, Yüksek Yargı mensuplarına, gazetecilere, işadamlarına brifing verdiler. Onları, iktidarda bulunan Refah Partisi aleyhine bilgilendirdiler. Bu partinin “irtica odağı” olduğunu beyan ettiler. “Gerekirse silâh kullanırız” manşeti o zaman atıldı. Tabii ki beni brifinge çağırmadılar. O tarihte de basında ayrık otu gibiydim. Böyle bir toplantıya katılsaydım, herhalde uysal bir koyun gibi durmaz, “sürünün namusunu” bozardım.
Susurluk karşıtı eylemler, psikolojik harekât yöntemiyle ve büyük bir maharetle Refahyol iktidarına karşı protestoya dönüştürüldü. Susurluk diye yola çıkanlar, üç beş gün içinde, “Aydınlık için 1 dakika karanlık” sloganıyla Refahyol iktidarının istifasını talep etmeye başladılar. Refah Partisi kapatıldı; Refah Partililere “kan için vampirler” diyen Vural Savaş’a cephe aldım; Anayasa Mahkemesi’ni eleştirdim.
Batı Çalışma Grubu belgelerini yayınladım. Bu belgeleri Genelkurmay’dan sızdıran ve bu yüzden casuslukla yargılanan Kadir Sarumsak ile İstihbarat Daire Başkanvekili Bülent Orakoğlu’na sahip çıktım.
“İnadına başörtüsü”, “İnadına imam hatip” sevdalısıydım. İmam hatiplerin orta kısımlarının kapatılmasını, mezunlarının katsayı engeli yüzünden üniversitelere girmelerinin zorlaştırılmasını, eğitim hakkına tecavüz olarak gördüm. Katıldığım toplantılarda bunu anlattım; makalelerimde bunu yazdım. Başörtülü kızlar, sürüklenerek üniversiteden atılırken, ikna odalarında başlarını açmaları için baskı uygulanırken, olayı protesto edenler arasındaydım. Neredeyse yegâne başı açık kişi bendim.
“Meclis’te başörtülü kadın olmaz” dediler, “İnadına Merve Kavakçı”nın yanındaydım. Bu yüzden, Merve Kavakçı’ya “Ajan provokatör” yaftasını yapıştıran çok sevdiğim, yılların dostu Cumhurbaşkanı Demirel ile bile küstüm; yollarımı ayırdım.
Parlamento’da, Fazilet Partisi milletvekili sıfatıyla, “Andıç” isimli bir kumpası açıkladım. Andıç, aralarında Cengiz Çandar, Altan kardeşler, Mehmet Ali Birand, İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal, bazı Kürt ve Refah Partili milletvekillerinin de bulunduğu birbirinden çok farklı, ama derin devlet için tehlikeli addedilen insanları hedef alıyordu. Bu belgede, sözde Şemdin Sakık’ın itiraflarına dayanarak, bu şahıslar, “PKK işbirlikçisi” ilân edilmekteydi. O kumpası ben ortaya çıkardım. Fazilet Partisi kapatıldı; beş yıl süreyle bana siyaset yasağı konuldu.
Adana Savcısı Sacit Kayasu, “Kenan Evren yargılansın, zaman aşımına girmesin” diye iddianame hazırladı. Askeri vesayet döneminde olduğumuz için, herkes onu hırpalarken, ben 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını engelleyen anayasa maddesinin kaldırılmasını savundum. Kayasu, HSYK kararıyla meslekten ihraç edildi. Buna karşı çıktım. Aynı şekilde, Askeri Şura kararlarıyla, sorgusuz sualsiz ordudan atılan subayların haklarının ağır biçimde ihlâl edildiğini defalarca yazdım.
Tayyip Erdoğan şiir okuduğu gerekçesiyle, Türk Ceza Kanunu’nun 312’nci maddesinden yargılanırken, Pınarhisar Cezaevi’nde yatarken ve sonra da siyaset yapması yasaklanmışken “İnadına” onunla beraberdim; “İnadına AK Partiliydim.”
2005’te, Hakkâri Şemdinli’de patlayan bombalar, derin devletin bir tertibiydi. Savcı Ferhat Sarıkaya, olay yerinde yakalanan astsubaylar Özcan İldeniz ve Ali Kaya’nın, yüksek rütbeli sıralı amirlerini de Umut Kitabevi’ne atılan bombayla irtibatlı gösterdi. Bunun üzerine hemen meslekten ihraç edildi. Ben, “İnadına Ferhat Sarıkaya” dedim ve onu müdafaa ettim. Maalesef olayın üzeri örtüldü.
Nokta dergisi, 2007’de “Darbe Günlükleri”ni yayınladı. O akşam, bu dergiyi yayınlayan Alper Görmüş’le Kanal 7’de birlikteydik. AK Parti iktidara gelir gelmez yapılan askeri hazırlıkların, Özden Örnek’in günlüklerinde yer alan belgeleriydi bunlar. Tehlikenin büyüklüğüne işaret ettim. Meşru hükümeti hedef alan Ergenekon ve Balyoz tuzaklarına karşı da, “İnadına” siyasi iradeyi savundum.
Bülent Arınç, Meclis Başkanı seçildi. Başörtülü eşiyle birlikte Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’i uğurlamaya havaalanına gitti. Medya kıyamet kopardı; bunu bir provokasyon olarak gösterdi. Arınç’ın düzenlediği, 23 Nisan resepsiyonları, asker ve muhalefet tarafından protesto edildi. Üstelik, Bülent Arınç, bir sürtüşmeye sebebiyet vermemek için, resepsiyona eşini bile getirmiyordu. Buna rağmen, asker ve ana muhalefet partisi o toplantılara katılmadı. Ben katıldım. Bu nezaketsizliği, terbiyesizliği ağır biçimde eleştirdim.
“Başörtülü eş ile Çankaya’ya çıkılmaz” dediler, “Sözde değil, özde laik cumhurbaşkanı olsun” diye sadece akredite gazetecilerin katıldığı basın toplantıları düzenlediler. Ben zaten akredite değildim ama, medya ile askeri kol kola, omuz omuza gösteren bu antidemokratik toplantıyı köşemde eleştirdim; “İnadına Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olmalı” dedim.
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, e-muhtıra yayınladı. Doğrudan Abdullah Gül’ü hedef aldı. Onun “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüne bir zamanlar karşı çıkmasına temas ederek, Çankaya’da oturmaya hakkı olmadığını söyledi. Daha o gece yarısı, bu muhtıra internet sayfalarına düştüğü an, cesaret edebilen televizyon kanallarına bağlandım, askerin siyasete müdahalesinin demokrasiye darbe olduğunu hatırlattım.
AK Parti için kapatma davası açtılar. Yüksek Yargı’nın sırtını askeri vesayete dayayarak başlattığı bir dava söz konusuydu. AK Parti yargı yoluyla bertaraf edilerek, eski düzen kurulmak isteniyordu. Bir milim sapmadım. Erdoğan ve arkadaşlarının yanındaydım.
Yüksek Yargı’daki bu çarpık yapılanmanın daha adil, daha tarafsız ve bağımsız bir şekle kavuşturulması amacıyla, 12 Eylül 2010 referandumunda “Yetmez ama Evet”çilerin arasındaydım.
2008’de sadece AK Parti’nin kapatılmasına değil, aynı zamanda Deniz Feneri davasına da şahit olduk. Bu dava mecrasından çıkarıldı. AK Parti hükümeti, dosyanın üzerini örtmek gayesiyle savcıları görevinden aldı. AK Partiliydim ama, yargıya yapılan bu müdahale karşısında, savcıları destekledim. Yerlerinde kalmaları gerektiği hususunda çok sayıda makale yazdım.
2011 seçimlerinden sonra hava değişmeye başladı. Peş peşe gelen KCK tutuklanmaları… O sırada, bu tutuklamaların keyfi olduğunu, toptancı bir yargılamayla, suçluyla suçsuzun birbirine karıştırıldığını tekrar tekrar yazdım.
2011 seçimlerinden sonra, CHP’li belediyeler de hedef alındı. Örgüt suçlamasıyla baskınlar düzenlendi. Bunlardan biri İzmir, diğeri Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’ydi. Bütün kamu kurumlarında var olan, doğal hiyerarşik düzen, örgüt hiyerarşisi gibi gösterildi. Fiiller katalog suçlar kapsamında mütalâa edildiğinden, dalga dalga gözaltılar geldi. Bu yanlışlığın altını çizdim. Yılmaz Büyükerşen ve Aziz Kocaoğlu’nu savundum.
“Ustalık” döneminde AK Parti çok kötü gitti… Yanlış şeyler yaptı. Her birinde bunun karşısındaydım. “İnadına Gezi”, “İnadına kızlı erkekli evler” dedim. 4+4+4 dayatmasına, dershanelerin kapatılmasına karşı çıktım. Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin delice sahiplenilmesini, Esad’a karşı güdülen kör kütük düşmanlığı sürekli eleştirdim.
17-25 Aralık’ta, yolsuzluk iddiaları patlak verince, “İnadına dürüstlük”, “İnadına adalet” dedim. Tayyip Erdoğan, Ergenekoncuların kendilerini kurtarmak için sarıldıkları hayali bir tehdit icat etti: “Fethullah Gülen Terör Örgütü.” Yolsuzluğu takip eden polis ve savcıları da “darbeci” diye cezaevine attı. Bu defa da, “İnadına Cemaat” demekten başka çare kalmamıştı.
Sonra peş peşe yoğun hukuksuzluklar yaşadık. MİT TIR’ları savcıları, Tahşiye gibi uydurma bir dava ile ilişkilendirilen Hidayet Karaca, Ergenekoncuların hedefindeki isim Mehmet Baransu, tahliye kararı veren hâkimler, en sonunda da Karaca’nın avukatı Gültekin Avcı, hepsi cezaevine gönderildi. Onlarla birlikte “İnadına özgürlük” diye haykırdım.
Selahattin Demirtaş, Tayyip Erdoğan’a “Seni Başkan seçtirmeyeceğiz” dedi ve seçtirmedi. Tayyip Erdoğan, 7 Haziran seçimlerine giderken, barış masasını bu yüzden devirdi; Dolmabahçe mutabakatını tanımadı. İşte o günden sonra, “İnadına barış” diye konuşmaya, yazmaya başladım.
7 Haziran seçimlerinden sonra, PKK çatışma sahasına çekildi; çatışmaya zorlandı. Selahattin Demirtaş “İnadına barış” demeye devam etti. Sadece barış değil, “İnadına kardeşlik”, “İnadına özgürlük”.
Ben de, barış, özgürlük ve kardeşlik için bu seçimlerde “İnadına HDP” diyorum.
(Bu yazı Özgür Bugün’e destek için yazılmıştır. NI)